ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 37 (1)
Cilt: 37  Sayı: 1 - 2023
ÖN SAYFALAR
1.
Frontmatters
Frontmatters

Sayfalar I - XVIII

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Lokal İleri Evre Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Hipofraksiyone Radyoterapi
Hypofractionated Radiotherapy for Locally Advanced Non-small Cell Lung Cancer
Murtaza Parvizi, Serdar Özkök, Gürsel Çok, Deniz Yalman, Ayfer Haydaroğlu
doi: 10.14744/IGH.2023.03016  Sayfalar 1 - 7
Amaç: Hipofraksiyone radyoterapi (HRT) tümör klonojenik hücrelerin hızlandırılmış repopülasyonunun azaltılması, daha az fraksiyon sayısındaki radyoterapi uygulamasıyla tedavi ve hastanede geçirme süresinin azaltılması gibi avantajlarının olduğu bilinmektedir. Çalışmada, lokal ileri evre küçük hücreli dışı akciğer kanserinde (KHDAK) HRT’nin lokal kontrol, sağkalıma etkisi, tedavinin erken ve geç toksisitesinin araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Ağustos 2003-Ocak 2005 tarihleri arasında, komorbid hastalığı, inoperabl, cerrahi veya sistemik tedaviyi kabul etmeyen evre III KHDAK’lı 24 olgu çalışmaya dahil edilerek, 4 Gy’lik fraksiyonlarda, hafta da beş olmak üzere toplam 12 fraksiyonda radyoterapi uygulandı.
Bulgular: Çalışmaya alınan olguların tümü erkek, ortanca yaş 72,5 yıl (aralık 46-79 yıl), tanı anındaki medyan Karnofsky performans skalası %80 (aralık %60-90) ve olguların %50’sinde komorbid hastalık öyküsü mevcut idi. Olguların 15’i (%62,5) skuamöz hücreli karsinom patolojisine sahipti. Başlangıç semptom sıklığı sırasıyla öksürük, ağrı, dispne, hemoptizi, disfoni ve disfaji olan olgularda, tedavi sonrası en iyi semptomatik yanıt hemoptizi (%100), ağrı (%73) ve dispne (%60) yönünde elde edildi. Radyolojik yanıt 21 olguda değerlendirilebildi; bir olguda tam, 14 olguda kısmi, altı olguda ise stabil yanıt tanımlandı. Ortanca 28 aylık (aralık 19-39 ay) izlem sürecinde dört olguda lokal nüks, yedi olguda uzak metastaz tespit edildi. Ortanca sağkalım süresi 11,4 ay (aralık 6-30 ay), 12 ve 24 aylık genel sağkalım oranları sırasıyla %34,8 ve %8,7 olarak tanımlandı. Genel sağkalımı etkileyen prognostik faktörler açısından bakıldığında T ve N evre, histopatoloji, hemoglobin, tedavi öncesi FEV1 ve DLCO değerleri gibi parametrelerden sadece hemoglobin değeri (p=0,029) ve skuamöz hücreli karsinom histolojisi (p=0,022) anlamlı prognostik belirteçler olarak tanımlandı. Erken toksisite olarak derece I/II özefageal ve pulmoner toksisite sırasıyla altı; 12 ve dokuz; iki olguda tanımlandı, geç toksisite 20 olguda değerlendirilerek, altı olguda derece II, bir olguda derece III pulmoner fibrozis ve bir olguda derece I özefageal fibrozis not edildi.
Sonuç: Uygulanan HRT şeması ile elde edilen semptomatik yanıt, sağkalım oranları ile birlikte olası toksisiteler göz önünde tutulduğunda, literatürde bildirilen değişik radyoterapi şemaları ile kıyaslanabilir ve uygun hasta grubunda rutin olarak kullanılabilir.
Objective: Hypofractionated radiotherapy (HRT) is known to have advantages such as reduced accelerated repopulation of tumor clonogenic cells, reduced cost of treatment as well due to the fewer fractionations, and reduction of hospitalization time. In our study, we aimed to investigate the effects of HRT on local control, survival, early, and late toxicities of treatment in locally advanced NSCLC.
Material and Methods: Between August 2003 and January 2005, twenty-four locally advanced (Stage III) NSCLC patients, who had a comorbid disease, inoperable, or did not accept surgical/systemic treatment, were included in the study. Curative radiotherapy was applied to cases in 4 Gy fractions, 5 fractions/week, and in total 12 fractions.
Results: All patients were male with a median age of 72.5 years (range 46–79). The median KPS was 80% (range 60–90%). Fifteen cases (62.5%) had squamous cell carcinoma (SCC) pathology. The first symptoms were cough, pain, dyspnea, hemoptysis, dysphonia and dysphagia, respectively. The symptomatic response was obtained in 100% of patients with hemoptysis, 73% of patients with pain, and 60% of patients with dyspnea. Radiological tumor response evaluation was conducted in 21 patients. There were 6 (25%) patients with stable disease, 14 (67%) patients with partial, and 1 (5%) patient with complete response. The median overall survival (OAS) time was 11.4 months (range: 6–30). OAS rates after 12 and 24 months were 34.8% and 8.7%, respectively. İn terms of prognostic factors affecting OAS, only hemoglobin value (p=0.029) and SCC histology (p=0.022) were defined as significant prognostic markers among parameters such as T and N stage, histopathology, hemoglobin, and pre-treatment FEV1 and DLCO values. Acute grade-I/II esophageal toxicities were observed in 6/12 and pulmonary toxicities were found in 9/2 patients, respectively. Late toxicity was evaluated in 20 patients. There were 6 grade-II, 1 grade-III radiation fibrosis, and 1 grade-I esophageal fibrosis.
Conclusion: Symptomatic response and OAS rates using HRT in patients with locally advanced NSCLC were comparable with other fractionation schemas and can be offered in daily routine practices in selected patients.

3.
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Olan Hastalarda Risk Değerlendirme İndekslerinin Postoperatif Pulmoner Komplikasyonları Öngörme Güçlerinin Karşılaştırılması
Comparison of Risk Assessment Indices Predicting Postoperative Pulmonary Complications in Patients with COPD
Halise Zengin, Pınar Çelik
doi: 10.14744/IGH.2023.44127  Sayfalar 8 - 15
Amaç: Elektif toraks dışı cerrahi geçirecek olan “Global Initiative for Obstructive Lung Disease (GOLD)” sınıflamasına göre, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) A, B, C ve D grubu hastaların preoperatif dönemde Ariscat-Canet Preoperatif Pulmoner Komplikasyon Risk İndeksi ile Arozullah ve Gupta Solunum Yetmezlik İndekslerine göre değerlendirilmesinin postoperatif erken dönemdeki pulmoner komplikasyonları ya da solunum yetmezliğini öngörme güçlerinin kıyaslanması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Kliniğimize başvuran toraks dışı elektif operasyon geçirecek 100 KOAH’lı hastanın preoperatif dönemde Ariscat-Canet Preoperatif Pulmoner Komplikasyon Risk İndeksi ile Arozullah ve Gupta Solunum Yetmezlik İndeksleri hesaplandı. Hastalar hastanede kaldıkları postoperatif ilk 72 saat boyunca takip edildi. Hastaların semptom sorgulaması ve fizik muayenesi yapıldı. Satürasyonları not edildi. Gerekli görülen hastaların arter kan gazı (AKG) değeri ve akciğer grafisi görüldü. Solunumsal ve solunum dışı komplikasyon görülen hastalar kaydedildi.
Bulgular: Hastaların demografik verileriyle preoperatif risk değerlendirme indeksleri arasındaki ilişkiye bakıldığında mMRC (Modified Medical Research Council) skoru, CAT (COPD Assessment Test) skoru, FEV1 (birinci saniye zorlu ekspiratuvar volüm) değeri ve KOAH GOLD evresiyle indeksler arasında ilişki saptanmazken geçirilen atak sayısı arttıkça indekslerin skor değerlerinin arttığı tespit edildi. Yaş, sigara (paket-yıl) öyküsü, beden kitle indeksi, mMRC ve CAT skorunun postoperatif komplikasyon riskini artırmadığı, KOAH GOLD evresinin arttıkça komplikasyon görülme yüzdesinin arttığı saptandı. Postoperatif komplikasyonlarla indeksler arasındaki ilişkiye bakıldığında, Ariscat-Canet Preoperatif Pulmoner Komplikasyon Risk İndeksi puanı arttıkça komplikasyon gelişme riskinin arttığı, ancak Arozullah ve Gupta Solunum Yetmezlik İndekslerinin postoperatif komplikasyonu öngörmede yararlı olmadığı görüldü.
Sonuç: KOAH’lı hastaların preoperatif risk değerlendirme indekslerinden Ariscat-Canet Preoperatif Pulmoner Komplikasyon Risk İndeksinin Arozullah ve Gupta Solunum Yetmezlik İndekslerine göre komplikasyonları öngörme açısından daha güçlü olduğu gözlendi. Günlük pratikte KOAH’lı hastaların preoperatif değerlendirilmesinde Ariscat-Canet Preoperatif Pulmoner Komplikasyon Risk İndeksinin kullanılmasının yararlı olabileceği sonucuna varıldı.
Objective: The aim of this study was to evaluate the power of the ARISCAT-Canet preoperative pulmonary complication risk index and Arozullah and Gupta Respiratory failure Indices to predict postoperative pulmonary complications in preoperative patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD) (divided by GOLD class A, B, C, and D) undergoing elective extrathoracic surgery.
Material and Methods: The study was done at the University of Manisa Celal Bayar, Hafsa Sultan Hospital, and 100 patients with COPD that applied to pulmonology and surgery clinics were involved. The ARISCAT-Canet preoperative pulmonary complication risk index and Arozullah and Gupta respiratory failure indices were calculated. After the score was calculated, each patient was followed up after surgery for 72 h to look for any development of respiratory complications. Symptoms were questioned, and a physical examination was performed after surgery. Arterial oxyhemoglobin saturation measurements using pulse oximetry were recorded, arterial blood gas analysis samples were taken, and a chest X-ray was performed if necessary. Pulmonary and extrapulmonary complications were recorded.
Results: When the relationship between the demographic data and preoperative risk assessment indices of the patients was examined, it was seen that there was no correlation between the indices of mMRC score, CAT score, FEV1 value, and COPD-GOLD stage; however, as the number of exacerbation episodes increased, the scores of the indices increased. Age, smoking (pack-year) history, BMI, mMRC, and CAT scores did not increase the risk of postoperative complications; however, the higher GOLD class was found positively correlated with more complications. The ARISCAT-Canet risk index, which is one of these risk assessment indices, was found to be stronger in predicting complications than the other two indices. Our study has shown that the Gupta and Arozullah respiratory failure indices were unable to determine postoperative pulmonary risk adequately.
Conclusion: Preoperative risk assessment indices of COPD patients were found to be useful in predicting the risk of complications. The ARISCAT-Canet risk index, which is one of these risk assessment indices, was found to be stronger in predicting complications than the other two indices. It was concluded that the use of the ARISCAT-Canet risk index during the preoperative evaluation of COPD patients in daily practice may be beneficial.

4.
Pulmoner Tromboembolide Platelet İndeksleri ile Radyolojik Tutulum Arasındaki İlişki
The Relationship between Platelet Indices and Radiological Involvement in Pulmonary Thromboembolism
Kadir Burak Akgün, İnan Korkmaz, Mehmet Karadağ
doi: 10.14744/IGH.2023.44227  Sayfalar 16 - 21
Amaç: Pulmoner tromboemboli (PTE), staz, hiperkoagülasyon ve/veya endotel hasarı sonucu pulmoner arter ve dallarının trombüs materyaliyle tıkanması ile karakterize bir hastalıktır. Son yıllarda yapılan çalışmalar platelet parametrelerinin, hastalığın mortalitesi ve tanısal bir parametresi olarak kullanımına odaklandı. Özellikle meta-analizlerde yükselmiş ortalama trombosit hacmi (MPV) değerleri ile ölüm ve hastalık riski arasında anlamlı bir ilişki bulundu. Çalışmamızın amacı, trombosit parametreleri ile radyolojik tutulumun şiddeti arasındaki ilişkiyi incelemektir.
Gereç ve Yöntemler: 2012-2021 yılları arasında PTE tanısı ile izlenen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastalar radyolojik olarak üç gruba ayrıldı: majör dal tutulumu olanlar, majör dal tutulumu olmayan segmental dal tutulumu olanlar ve sadece subsegmental dal tutulumu olanlar. Ayrıca hastalar radyolojik olarak ana dalda %50’den fazla tutulum olup olmadığına ve radyolojik olarak sağ ventrikül/sol ventrikül oranının 0,9’un üzerinde olup olmadığına göre iki grupta incelendi. Tanı anında hastalardan alınan tam kanda trombosit (PLT), nötrofil, lenfosit, trombosit/lenfosit oranı (PLR), nötrofil/lenfosit oranı (NLR), MPV, prokalsitonin (PCT), trombosit dağılım genişliği (PDW), trombosit büyük hücre oranı (PLCR) verileri de kaydedildi.
Bulgular: PLR’de yükselme ile ana dalda %50’den fazla oklüzyon arasında anlamlı bir korelasyon vardı (p=0,041). Trombosit, PDW, PCT ve nötrofil değerleri majör, segment ve subsegment tutulumuna göre radyolojik olarak farklılık gösterdi; ancak alt grup analizleri çalışmamızda beklediğimiz lineer farkı sağlamadı.
Sonuç: PTE’de PLR’deki artışın radyolojik ağırlık ile ilişkili olduğu görülmektedir. Trombosit indeksleri ile radyolojik tutulum arasındaki ilişkinin çok merkezli çalışmalarla desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Objective: Pulmonary thromboembolism (PTE) is a disease characterized by occlusion of the pulmonary artery and its branches by thrombus material as a result of stasis, hypercoagulability, and/or endothelial damage. Recent studies have focused on platelet (PLT) parameters, mortality of the disease, and its use as a diagnostic parameter. In particular, a significant relationship was found between high mean PLT volume (MPV) values and mortality and disease risk in the meta-analyses. The aim of our study is to examine the relationship between PLT parameters and the severity of radiological involvement.
Material and Methods: The files of patients who were followed up with the diagnosis of pulmonary thromboembolism between 2012 and 2021 were reviewed retrospectively. The patients were radiologically divided into 3 groups: (1) those with major branch involvement, (2) those with segmental branch involvement without ma-jor branch involvement, and (3) those with only subsegmental branch involvement. In addition, patients were examined in two separate groups according to whether there was more than 50% of involvement in the main branch radiologically and whether the right ventricle/left ventricle ratio was above 0.9 or not, radiologically. PLT, neutrophil, lymphocyte, platelet/lymphocyte ratio (PLR), neutrophil/lymphocyte ratio, MPV, plateletcrit (PCT), platelet distribution width (PDW), and PLT large cell ratio data in complete blood count measurements taken from patients at the time of diagnosis were also recorded.
Results: There was a significant correlation between rising in PLR and occlusion in the major branch more than 50% (p=0.041). PLT, PDW, PCT, and neutrophil values differed radiologically according to the involvement of major, segment, and subsegment; however, subgroup analyses did not provide the linear difference that we expected in our study.
Conclusion: An increase in the PLR appears to be associated with radiological weight in pulmonary thromboembolism. We think that the relationship between PLT indices and radiological involvement should be supported by multicenter studies.

5.
Trakya Üniversitesi Hastanesi’nde Kronik Öksürüklü Hastalarda Yaklaşım ve Etiyolojinin Değerlendirilmesi
Evaluation of Approach and Etiology in Patients with Chronic Cough in Trakya University Hospital
İlker Yılmam, Tuncay Çağlar, Ebru Çakır Edis
doi: 10.14744/IGH.2023.19483  Sayfalar 22 - 27
Amaç: Çalışmanın amacı, kronik öksürüklü hastalarda en sık görülen etiyolojik nedenleri belirlemek ve kronik öksürüklü hastalarda ampirik tedavi yaklaşım modelinin etkinliğini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Göğüs hastalıkları polikliniğine 15 aylık süre içinde, sekiz haftanın üzerinde öksürük yakınması ile başvuran daha önce bu semptoma yönelik herhangi bir tanı konulmamış hastalar dahil edildi.
Bulgular: Araştırmaya en az sekiz hafta öksürük yakınması olup göğüs hastalıkları polikliniğine bu şikâyet ile başvuran 90 hasta dahil edildi. Hastaların 64’ü (%71,1) kadın, 26’sı (%28,9) erkek idi. Hastaların yaş ortalaması 46 yıl (17-79) idi. Solunum sistemi muayenelerinde; 69 (%76,6) hastada fizik muayene bulgusu saptanmadı. En sık kronik öksürük nedeni olarak, 22 (%24,6) hastamızda tek başına astım saptandı. İkinci sıklıkla saptadığımız etiyolojik neden gastroözefageal reflü idi (%21,1). On üç (%14,4) hastamızda ise birden fazla etiyolojik neden bulundu.
Objective: In this study, we aimed to determine the most common etiological causes in patients with chronic cough and to evaluate the effectiveness of empirical treatment approach model in patients with chronic cough.
Material and Methods: Patients who presented to the chest diseases outpatient clinic with a cough complaint for more than 8 weeks within a period of 15 months and who had not been diagnosed with this symptom before were included in the study.
Results: Ninety patients with cough complaint for at least 8 weeks who applied to the chest diseases outpatient clinic with this complaint were included in the study. Sixty-four of the patients (71.1%) were female and 26 of them (28.9%) were male. The mean age of the patients was 46 (17–79). In their respiratory system examinations, physical examination findings were not found in 69 patients (76.6%). As the most common cause of chronic cough, asthma alone was found in 22 patients (24.6%). The second most common etiological cause was found to be gastroesophageal reflux (21.1%). In 13 patients (14.4%), more than one etiological cause was found.
Conclusion: Although asthma, reflux, and upper airway cough syndrome are found among the most common causes in patients with chronic cough, it should be considered that more than one etiological cause may coexist in some patients.

6.
Menopozal Dönemdeki Kadınlarda Astım Varlığının Araştırılması
Presence of Asthma in Women with Menopause
Muzaffer Onur Turan, Pakize Ayşe Turan, Kutlu Kurt
doi: 10.14744/IGH.2023.66376  Sayfalar 28 - 33
Amaç: Astım, dünyada en sık görülen kronik hastalıklardan biridir. Menopoz ön-cesinde ve postmenopozal dönemde hormonal ve metabolik değişiklikler görül-mektedir. Bu durum, solunum fonksiyonlarında değişikliklere ve hava yollarında duyarlılık artışına sebebiyet verebilir. Bu çalışmanın amacı, premenopozal ve postmenopozal dönemde, solunumsal semptomu olan kadınlarda astım varlığını araştırmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Kadın doğum kliniğimiz tarafından takipte olan, premenopozal veya menopoz sürecindeki hastalardan nefes darlığı veya öksürük gibi solunumsal semptomu olanlar göğüs hastalıkları polikliniğine yönlendirildi. Çalışmaya dahil olmayı kabul eden hastaların demografik verileri, folikül stimüle edici hormon, luteinize edici hormon ve östrojen gibi hormon düzeyleri, astım ve alerjik özellikleriyle ilgili anamnez bilgileri kaydedildi. Astım tanısının varlığını ortaya koymak amacıyla sırasıyla erken re-versibilite, negatif ise geç reversibilite, bu test de negatif ise ekartasyon amaçlı bronş provokasyon testi yapıldı.
Bulgular: Yaş ortalaması 51,66±7,94 yıl olan 130 hasta çalışmaya dahil edildi. Solunumsal semptomlardan öksürük %70, dispne %52 oranında görülmekteydi. Hastaların %31,5’ine (41/130) astım tanısı konuldu. Premenopozal/menopozal dö-nemde olunması ile astım varlığı arasında ilişki saptanmadı (p=0,124). Semptom-lardan dispne varlığı, alerjik yakınmaların olması ile astım mevcudiyeti arasında anlamlı ilişki mevcuttu (sırasıyla p=0,011 ve p<0,01). Astım tanısı alan menopoz hastalarında birinci saniye zorlu ekspiratuvar volüm düzeyi anlamlı olarak düşük bulundu (p<0,01).
Sonuç: Menopozal dönemdeki kadınlarda hormonal değişiklikler hava yolu duyar-lılığında artışa ve astıma bağlı şikayetlerin ortaya çıkmasına yol açabilir. Menopozal dönemdeki kadınlarda, yaşlı popülasyona göre daha yüksek oranda gözlenen astım tanısı, özellikle bu yaş grubundaki tanısal zorluklar ve hastalığın daha kötü prognozlu olabilmesi nedeniyle kıymetlidir. Özellikle nefes darlığı şikayeti olan, solunum rezervi düşük menopozal dönemdeki kadınlarda astım varlığı araştırılmalıdır.
Objective: Asthma is one of the most popular chronic diseases in the world. Hormonal and metabolic changes in the menopausal period can cause changes in pulmonary functions and hypersensitivity of airways. This study aimed to research the presence of asthma in premenopausal and postmenopausal women with pulmonary symptoms.
Material and Methods: Patients followed-up in the menopause clinic of the obstetrics and gynecology department who described pulmonary symptoms were included in the study. Demographic characteristics and hormone levels of follicle-stimulating hormone, luteinizing hormone, and estrogen were recorded. Participants were evaluated for the presence of asthma with pulmonary function tests, including reversibility testing and bronchial provocation (if necessary).
Results: There were 130 women with a mean age of 51.66±7.94 in our study. 70% of participants complained about cough, and 52% of them had dyspnea. Forty-one of 130 patients (31.5%) took the diagnosis of asthma after diagnostic assessments. There was no significant relationship between the presence of asthma and being in a premenopausal/postmenopausal period (p=0.124). The presence of dyspnea and atopic symptoms was significantly related with having the diagnosis of asthma (respectively, p=0.011 and p<0.01). FEV1 level of asthmatic women was significantly lower than the menopausal group without asthma (p<0.01).
Conclusion: Hormonal changes in the menopausal period of women may cause hypersensitivity of airways and asthmatic symptoms. The diagnosis of asthma is valuable due to the diagnostic difficulties and worse prognosis in this age group. The presence of asthma may be researched in premenopausal and postmenopausal women, especially with dyspnea or having low pulmonary capacity.

7.
Tüberküloz Plöreziyi Parapnömonik Efüzyon ve Malign Efüzyondan Ayırmak İçin Plevral Sıvı Biyokimyasal Parametreleri ve Oranlarının Tanısal Değeri
Diagnostic Value of Pleural Fluid Biochemical Parameters and Ratios for Differentiating Tuberculous Pleurisy from Parapneumonic Effusion and Malignant Effusion
Melike Yüksel Yavuz, Betül İkbal Doğan, Ceyda Anar, Melih Büyükşirin, Filiz Güldaval, İbrahim Onur Alıcı
doi: 10.14744/IGH.2023.85520  Sayfalar 34 - 40
Amaç: Bu çalışmanın amacı, plevral efüzyonlu hastalarda günlük pratiğimizde kullanılan biyokimyasal parametrelerin oranlarının etkinliğini incelemektir.
Gereç ve Yöntemler: Plevral efüzyonlu hastaların Ocak 2012 ile Ekim 2018 tarihleri arasındaki verileri geriye dönük olarak incelendi. Tüm hastaların demografik verileri, eş zamanlı serum glikozu, albümin, protein, laktat dehidrogenaz (LDH), plevral sıvı pH ve adenozin deaminaz (ADA) değerleri incelendi.
Bulgular: Çalışmaya plevral efüzyonu olan 381 hasta alındı. Tüberküloz plevral efüzyon (TPE), parapnömonik plevral efüzyon (PPE) ve malign plevral efüzyon (MPE) hastalarında ortanca plevral sıvı ADA düzeyleri sırasıyla 36, 15 ve 9 idi. Gruplar arasındaki farklar anlamlı düzeydeydi (p=0,000). ROC eğrisi analizinde cut-off değeri >3,0043, plevral sıvı ADA/S-C-reaktif protein oranı TPE tanımlaması için %83 duyarlılık, %55 özgüllük, pozitif prediktif değeri (PPV) %48,7 ve negatif prediktif değeri (NPV) %8,8 idi. Serum LDH/plevral sıvı ADA oranı, ≤12,13 cut-off değerinde tüberküloz tanımlaması için %90,6 duyarlılık, %69,6 özgüllük, %58,4 PPV ve %93,9 NPV’ye sahipti. Diğer bir oran ise plevral sıvı LDH/ADA, cut-off değeri ≤28,6 olan plevral sıvı LDH/ADA oranı %89,8 duyarlılık, %66,6 özgüllük, %60,7 PPV ve %91 NPV, TPE tanımlaması için %9. TPE tanımlaması için ROC analizini karşılaştırdığımızda, plevral sıvı LDH/ADA ve serum LDH/ADA’nın plevral sıvı ADA/S-C-reaktif proteinden anlamlı derecede daha yüksek AUC değerleri verdiği bulundu.
Sonuç: Bu çalışma, mevcut rutin laboratuvar testleri kullanılarak TPE ve PPE, MPE hastalarını ayırt etmek için parametreler sağlamaktadır. Farklı sistemik ve plevral özellikleri yansıtan parametrelerin kombinasyonu, yalnızca sistemik veya plevral yanıtların biyo-belirteçleriyle karşılaştırıldığında daha iyi tanısal performans gösterdi. Hem serum LDH/ADA hem de plevral LDH/ADA oranı basit, hızlı ve objektif bir şekilde erken ayırıcı tanı kararının verilmesinde yardımcı olabilir.
Objective: The purpose of the present study was to examine the effectiveness of the rates of biochemical parameters used in our daily practice in patients with pleural effusion.
Material and Methods: The data of the patients with pleural effusion between January 2012 and October 2018 were analyzed retrospectively. Demographic data of all patients, concurrent serum glucose, albumin, protein, lactate dehydrogenase (LDH), pleural fluid (PF) pH, glucose, albumin, protein, adenosine deaminase (ADA), and LDH values were examined.
Results: Three hundred and eighty-one patients who had pleural effusion were enrolled in the study. Median PF-ADA levels in tuberculous pleural effusion (TPE), parapneumonic pleural effusion (PPE) and malignant pleural effusion (MPE) patients were 36, 15, and 9, respectively. The differences between groups were at significant levels (p=0.000). In receiver operating characteristics (ROC) curve analysis, the cutoff value was >3.0043, PF-ADA/serum C-reactive protein (CRP) ratio had 83% sensitivity, 55% specificity, positive predictive value (PPV) 48.7%, and negative predictive value (NPV) 86.8% for TPE identification. Serum LDH/PF-ADA ratio had 90.6% sensitivity, 69.6% specificity, PPV 58.4%, and NPV 93.9% for TB identification at ≤12.13 cutoff value. Another ratio was PF LDH/ADA, at a cutoff value of ≤28.6 PF LDH/ADA ratio had a sensitivity of 89.8%, specificity of 66.6%, PPV 60.7%, and NPV 91.9% for the identification of TPE. When we compare the ROC analysis for the identification of TPE, we found that PF-LDH/ADA and serum LDH/ADA gave significantly higher area under the curve values than PF-ADA/serum CRP.
Conclusion: This study provides parameters to distinguish TPE and PPE, MPE patients using existing routine laboratory tests. The combination of parameters reflecting different systemic and pleural features showed diagnostic performance only compared to biomarkers of systemic or pleural responses. Both serum LDH/ADA and pleural LDH/ADA ratio can be helpful in making an early differential diagnosis decision in a simple, fast, and objective way.

8.
Pulmoner Tromboemboli Tanısında Yaşa Göre Düzeltilmiş D-Dimer Eşik Değerinin Tanısal Doğruluğu
Diagnostic Accuracy of Age-Adjusted D-dimer Cut-off Value for the Diagnosis of Pulmonary Embolism
Merve Ayık Türk, Berna Kömürcüoğlu, Eylem Yıldırım, Filiz Güldaval, Mine Gayaf, Günseli Balcı, Özlem Ediboğlu, Gülru Polat, Aydan Mertoğlu, Tuba Nihal Ursavaş, Dilek Kalenci, Dursun Tatar, Ahmet Emin Erbaycu
doi: 10.14744/IGH.2023.81894  Sayfalar 41 - 49
Amaç: Pulmoner tromboemboli (PTE) tanısında klinik risk değerlendirme ve serum D-dimer düzeyi özellikle düşük riskli olgularda tanıyı ekarte etmek amacıyla kullanılabilir. Ancak özellikle ileri yaş hastalarda, eşlik eden komorbiditeler, yalancı D-dimer pozitifliğine neden olmaktadır. D-dimerin tanısal etkinliğinin artırılması amacıyla son yıllarda 50 yaş ve üzerindeki hastalarda yaşa göre düzeltilmiş eşik değerlerin kullanılması önerilmektedir. Çalışmamızda PTE tanılı farklı yaş gruplarındaki hastalarda, yaşa göre düzeltilmiş eşik değerlerin PTE tanısındaki klinik etkinliği araştırıldı.
Gereç ve Yöntemler: PTE tanısı alan 697 olgu retrospektif kohort olarak incelendi. D-dimerin yaşa göre düzeltilmiş eşik değeri ile (50 yaşına kadar hastalar için <500 ng/mL ise, >50 yaşındaki hastalarda yaş x10’dan küçük ise negatif) tüm yaş gruplarında kullanılan standart eşik değeri arasındaki (tüm yaş gruplarında <500 ng/mL ise negatif) tanısal farklılık karşılaştırıldı. Hastaların karakteristik özellikleri, PTE klinik olasılık ön testleri (Wells skoru ile düşük, orta, yüksek riskli) ve PTE klinikleri (nonmasif, submasif, masif) ile yaş grupları arasındaki ilişki incelendi.
Bulgular: Toplam 697 hastanın 364’ü (%52,2) kadın, 333’ü (%47,8) erkekti ve orta-lama yaş 61,0±16,3 yıl idi. Yaşa göre düzeltilmiş eşik değerinin duyarlılığı %97, negatif prediktif değer %47,3 idi (p=0,001). PTE klinik olasılık ön test risk değerlendir-mesinde yüksek riskli hasta grubunun özellikle 61-80 yaş grubunda arttığı gözlendi (p=0,022). Yaşa göre düzeltilmiş D-dimer eşik değerinin yüksek olması, PTE klinik olasılık testini 3,93 kat artırmaktadır (p=0,019, %95 GA 1,26-12,31). Yaşa göre düzeltilmiş eşik değerinin yüksek değerleri ile bilgisayarlı tomografi pulmoner anjiyografide PTE varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanırken (p=0,033), standart eşik değeri ile Bilgisayarlı Tomografi Pulmoner Anjiografide (BTPA) PTE varlığı arasındaki ilişki anlamlı değildi (p=0,456).
Sonuç: D-dimerin yaşa göre düzeltilmiş eşik değeri duyarlılıkta azalmaya neden olmaz. Yalancı negatiflik %5,3 idi ve yaşa göre düzeltilmiş eşik değerine göre D-dimerin normal sınırlarda olduğu, fakat PTE tanısı alan hastalar incelendiğinde hiçbirinde masif PTE kliniği gözlenmedi. Akut PTE klinik olasılığı düşük veya orta olan hastalarda PTE’yi dışlamak için yaşa göre düzeltilmiş D-dimer eşik değeri kullanılabilir.
Objective: Clinical risk evaluation and serum D-dimer levels can be used to rule out the diagnosis of pulmonary thromboembolism (PTE), particularly in low-risk situations. Comorbidities, particularly in elderly patients, however, lead to false D-dimer positive. In recent years, it has been advised to adopt an age-adjusted cut-off in patients 50 years of age and older to improve the diagnostic effectiveness of D-dimer. In this study, the clinical efficacy of using an age-adjusted cut-off to diagnose PTE in individuals with PTE among various age groups was examined.
Material and Methods: Six hundred and ninety-seven cases diagnosed with PTE were analyzed retrospectively-cohort. The age-adjusted cut-off of D-dimer was compared to the standard cut-off for diagnostic use. We examined at the patient characteristics, pre-tests (Wells score with low, intermediate, and high risk), and the relationship between PTE clinics (non-massive, submassive, and massive) and age groups.
Results: Totally 697 patients, 364 (52.2%) were female, 333 (47.8%) were male and the mean age was 61.0±16.3 years. The sensitivity of the age-adjusted cut-off value was 97%, and the negative predictive value was 47.3% (p=0.001). In the clinical probability pre-test risk assessment of PTE, it was observed that the high-risk patient group increased especially in the 61–80 age group (p=0.022). A high age-adjusted D-dimer cut-off increases the PTE clinical probability test 3.93 times (p=0.019, 95% CI 1.26–12.31). While a statistically significant relationship was found between age-adjusted cut-off and Computed Tomography Pulmonary Angiography findings (p=0.033), there was no relationship with standard cut-off. (p=0.456).
Conclusion: The age-adjusted cut-off value of D-dimer does not cause a decrease in sensitivity. False negativity was 5.3%. The age-adjusted cut-off indicated that the D-dimer was within normal ranges, but when the PTE patients were evaluated, no massive PTE was detected. The age-adjusted cut-off can be used to exclude PTE in patients with a low or moderate clinical probability of PTE.

OLGU SUNUMU
9.
Alerjik Bronkopulmoner Aspergilloz (Bir Olgu Sunumu)
Allergic Bronchopulmonary Aspergillosis (A Case Report)
Mihriban Bozkurt, Ceyda Anar, Reşat Kendirlinan, Bünyamin Sertoğullarından, Muzaffer Onur Turan
doi: 10.14744/IGH.2023.30974  Sayfalar 50 - 55
Alerjik bronkopulmoner aspergilloz, hava yollarına kolonizasyondan sonra Aspergillus fumigatus antijenlerine karşı aşırı duyarlılık reaksiyonu nedeniyle ortaya çıkan akciğerin mantar enfeksiyonudur. Ağırlıklı olarak bronşiyal astımı ve kistik fibrozu olan hastaları etkiler. Alerjik bronkopulmoner aspergilloz astım olgularının %1–7,6’sında görülmektedir. Bu olgu sunumunda, nefes darlığı semptomu olan ve pnömonisi geniş spektrumlu antibiyotik tedavisiyle radyolojik progrese olan 72 yaşındaki astım tanılı erkek hastaya bronkoskopi uygulandı. Bronkoalveoler lavaj örneğinde A. fumigatus üredi. Sistemik steroid ve amfoterisin B tedavisiyle klinik ve radyolojik iyilik elde edildi. Hasta, nadir görülmesi nedeniyle literatür eşliğinde sunuldu.
Allergic bronchopulmonary aspergillosis (ABPA) is a fungal infection of the lung caused by a hypersensitivity reaction to Aspergillus fumigatus antigens after colonization of the airways. It predominantly affects patients with bronchial asthma and cystic fibrosis. ABPA is seen in 1–7.6% of asthma cases. We performed a bronchoscopy on our 72-year-old male patient with asthma diagnosis, who had short-ness of breath and whose pneumonia had radiological progression with broad--spectrum antibiotic therapy. A. fumigatus was detected in the bronchoalveolar lavage sample. We achieved clinical and radiological improvement with systemic steroid and amphotericin B treatment. We present our patient in light of the literature due to its rarity.

10.
Kist Hidatik Hastalığına Sekonder Olarak Gelişen Pulmoner Hipertansiyon Olgusu
A Case of Pulmonary Hypertension Developing Secondary to Hydatid Cyst Disease
Görkem Berna Koyun, Ömer Tamer Doğan, Emin Koyun
doi: 10.14744/IGH.2023.29591  Sayfalar 56 - 60
Kist hidatik hastalığı endemik bir hastalıktır ve ciddi komplikasyonlara yol açarak fatal sonuçlar doğurabilir. Kist hidatik hastalığının ciddi komplikasyonları arasında intrakardiyak kitleler ve pulmoner emboli de olabilir. Pulmoner emboliye bağlı olarak pulmoner arter basıncı artabilir ve tekrarlayan emboliler sonucunda pulmoner arteryel hipertansiyona yol açabilir. Burada, kist hidatik hastalığı olan bir hastanın kist hidatiğe bağlı olarak pulmoner emboli geçirmesi ve kronik süreçte buna bağlı olarak kronik tromboembolik pulmoner hipertansiyona yol açtığı bir olgu sunuldu.
Hydatid cyst disease is an endemic disease and can lead to serious complications and fatal outcomes. Intracardiac masses and pulmonary embolism may be among the serious complications of hydatid disease. Pulmonary arterial pressure may increase due to pulmonary embolism and may lead to pulmonary arterial hypertension as a result of recurrent embolisms. Here, we report a case where a patient with hydatid cyst had a pulmonary embolism due to hydatid cyst, which resulted in chronic thromboembolic pulmonary hypertension in the chronic process.

LookUs & Online Makale