ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 33 (3)
Cilt: 33  Sayı: 3 - 2019
ORIGINAL ARTICLE
1.
GÖĞÜS CERRAHİSİNDE PNÖMOPERİTONUN ETKİNLİĞİ
EFFECTIVENESS OF PNEUMOPERITONEUM IN CHEST SURGERY
Şener YILDIRIM, Soner GÜRSOY
Sayfalar 135 - 144
Giriş: Uzamış hava kaçağı göğüs cerrahisinin günlük uygulamalarında karşılaşılan en yaygın ve önemli komplikasyonlardan biridir. Çalışmamızda uzamış hava kaçağının önlenmesi için uygulanan pnömoperitonun, drenaj ve hastanede yatış sürelerini azaltmadaki etkinliğini değerlendirmek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Ağustos 2009-Haziran 2011 tarihleri arasında opere edilen ve postoperatif dönemde uzamış hava kaçağı gelişen 66 hastanın hastane kayıtları retrospektif olarak incelendi. Pnömoperiton uygulanan 36 hasta çalışma grubu olarak seçildi, uygulanamayan 30 hasta ise kontrol grubu olarak alındı. Yaş, cinsiyet, komorbidite, kemoterapi, radyoterapi, sigara öyküsü, operasyon çeşidi, operasyon tarafı, postoperatif rezidüel plevral boşluk varlığı ve ek tedaviler kaydedildi. İki grubun ortalama dren kalış süreleri ve hastanede yatış süreleri karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışma grubundaki hastalar incelendiğinde üst lobektomi uygulanmış hastaların dren kalış süresinin istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha uzun olduğu gözlendi (p=0,049). Çalışma ve kontrol gruplarının özellikleri karşılaştırıldığında; erken postoperatif dönemde çalışma grubundaki 32 (%88,9) hastada pnömoperiton öncesinde rezidüel plevral boşluk saptanırken, kontrol grubunda bu sayı 17 (%56,7) idi ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,003). İki grup hastanede yatış süreleri açısından karşılaştırıldığında istatistiksel olarak grubunda dren kalış süresinin daha kısa olduğu bulundu, ancak bu fark da istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,058). Bununla birlikte elli yaşından küçük hastalarda (p=0,027), sigara öyküsü bulunmayan hastalarda (p=0,037) ve üst lobektomi haricinde bir cerrahi uygulanan hastalarda (p=0,014) pnömoperitonun dren kalış süresini istatistiksel olarak anlamlı şekilde kısalttığı saptandı. Sonuç: Pnömoperiton hızlı, ucuz, kolay ve güvenle uygulanabilen bir yöntem olarak uzamış hava kaçağı ve rezidüel plevral boşluk tedavisinde akılda bulundurulmalıdır.
Aim: Prolonged air leak is one of the most common and significant complications in the daily practice of thoracic surgery. In this study we aimed to evaluate the efficacy of pneumoperitoneum applied for the prevention of prolonged air leak in reducing the duration of drainage and hospitalization. Materials-Methods: Hospital records of 66 patients operated between August 2009 and June 2011 and developed prolonged air leak were reviewed retrospectively. 36 patients treated with pneumoperitoneum for study group and 30 for the control group were selected. Age, gender, comorbidity, chemo-radiotherapy, smoking habits, operation, operation side, presence of postoperative residual pleural space and additional treatments were recorded. Mean duration of drainage and hospital stay were compared between two groups. Results: In study group, patients who underwent upper lobectomy were found to have increased drainage duration (p=0.049). Residual pleural space was present at 32 (%88.9) patients in study group and 17 (%56.7) in control group. The difference was statistically significant (p=0.003). There was no statistically significant difference between the hospital stay of two groups (p=0.382). Mean drainage duration of study group was shorter, yet difference between two groups was not statistically significant (p=0.058). Nevertheless it was found out that pneumoperitoneum caused a statistically significant decrease at the drainage duration in patients younger than 50 years (p=0.027), patients who did not smoke (p=0.037) and patients who underwent an operation other than upper lobectomy (p=0.014). Conclusions: Pneumoperitoneum is a cheap, easy, fast and safe method and should be kept in mind for the management of prolonged air leaks and residual pleural spaces.

2.
LABORATUVARLARDAN TÜBERKÜLOZ BİLDİRİMİ YAPILMALI MI?
SHOULD TUBERCULOSIS REPORTING BE DONE FROM THE LABORATORIES?
Mustafa Hamidullah TÜRKKANI, Tarkan ÖZDEMİR, İbrahim Halil AKKUŞ
Sayfalar 145 - 151
Amaç: Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tahminlerine göre Türkiye’de olgu bulma oranı 2017 yılında % 87(75-100)’dir. Buna göre Türkiye’de tüberküloz hastalarının yaklaşık %13’ü ulusal veri tabanında kaydı bulunmamaktadır. Bakteriyolojik tanı alıp ulusal tüberküloz sürveyansına kaydına geçmeyen hastalara yönelik bir araştırma yaparak bu görüşün ne kadar gerçekçi olduğunun ortaya konulmasını amaçladık. Materyal-Metod: Elazığ Verem Savaş Dispanseri’nde 2010-2015 yılları arasında kayıt altına alınan ve tüberküloz tanısı ile takip edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi ve analiz edildi. Elazığ ilinde mikrobiyoloji laboratuvarlarında 2010-2015 yıllarında ARB pozitif ve/veya kültür pozitif olanlar listelendi. Bu liste, Elazığ iline ait ulusal tüberküloz sürveyans ağı ile karşılaştırıldı. Bulgular: 2010-2015 yılları arasında 624 tüberküloz hasta saptandı. Hastaların %52,5’inde (n=328) akciğer tutulumu vardı. Bu yıllar arasında mikrobiyolojik olarak tanısı konulan 35 hasta tüberküloz ulusal veri tabanında kaydı bulunamamıştır. 2010- 2015 yılları arasında Elazığ’da tüberküloz hastalarının %5,3’ünün ulusal veri tabanında kaydı bulunmamaktadır. Sonuç: Türkiye'de ulusal tüberküloz sürveyansında kayıtlı olmayan ancak sağlık kurum ya da kuruluşlarında tüberküloz tanısı alan hastalar bulunmaktadır Ulusal tüberküloz programında bütün sağlık kurumlarında tanı konulan tüm tüberküloz hastalarının bildirimi sağlanmalıdır.
Objective: The case detection rate is 87% (75-100) in Turkey according to the World Health Organization (WHO) in 2017. Approximately 13% of tuberculosis patients in Turkey have no registration in the national database. We aim to present this opinion by doing research for patients taking bacteriological diagnosis but not recorded to the national tuberculosis surveillance. Materyal-Method: Elazig Tuberculosis Dispensary patients who were followed with the diagnosis of tuberculosis in 2010-2015 were analyzed retrospectively. The microbiology laboratory positive ARB and / or culture positive ones listed. This list was compared with the national tuberculosis surveillance network of Elazig. Results: 624 patients with tuberculosis revealed between the years 2010-2015. 52.5 % of patients (n = 328) had pulmonary involvement. The microbiological diagnosis of tuberculosis was not found for 35 patients in national database record. 5.3% tuberculosis of patients have no registration in the national database in Elazığ between the years 2010-2015. Conclusion: There are patients diagnosed with tuberculosis in health care institutions or organizations but not registered in the national tuberculosis surveillance in Turkey. All tuberculosis patients diagnosed at all health institutions should be notified in the national tuberculosis program.

3.
PLEVRAL TÜBERKÜLOZLU HASTALARDA YAŞ VE CİNSİYETE GÖRE PLEVRA SIVISI ADA DÜZEYİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
COMPARISON OF PLEURAL FLUID ADA LEVEL IN TERMS OF AGE AND GENDER OF PATIENTS WITH PLEURAL TUBERCULOSIS
Sami DENİZ, Ahmet Emin ERBAYCU, Mutlu Onur GÜÇSAV, Dursun ALİZOROĞLU, Gülru POLAT, Mustafa Şevket DERELİ
Sayfalar 153 - 160
Amaç: Tanı ve tedavideki gelişmelere rağmen, tüberküloz (TB) ülkemizde olduğu gibi tüm dünyada da önemli bir mortalite ve mortalite nedenidir. Çalışmamızda; TB plörezi bulunan hastalarda plevral sıvı ADA düzeyinin yaş ve cinsiyet ile ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı. Yöntem ve Gereç: Çalışma retrospektif bir çalışma olarak tasarlanmıştır. Hastaların yaşı, solunum fonksiyon testleri (SFT), periferik kanda; glikoz, protein, albümin, aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT), alkalen fosfataz (ALP), laktat dehidrojenaz (LDH), bilirubin, üre, kreatinin ve kan hücre sayımı; kan gazı analizi, plevral sıvıda; glukoz, albümin, protein, LDH, adenosin deaminaz (ADA) ve sıvı hücre sayımı sonuçları kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya toplam 41'i kadın, 105'i erkek 145 hasta dahil edildi,. Hastaların yaş ortalaması 53.1, ortalama plevral sıvı ADA düzeyi 55.2 idi. Cinsiyete açısından karşılaştırıldığında; plevral sıvı ADA düzeyleri kadınlarda anlamlı olarak düşüktü (p = 0.031). Hastalar 65 yaşından küçük ve büyük olarak ayrıldığında, plevral sıvı ADA düzeyi arasında fark yoktu (p = 0.657). Sonuç: Tüberküloz plevral efüzyonlarda adenosin deaminaz düzeyi cinsiyete göre değişmekte ve kadınlarda erkeklere göre daha düşük olduğu saptanmıştır. 65 yaş altı ve üstü gruplar arasında benzer seviyelerde bulunmuştur.
Aim: Despite improvements in the diagnosis and treatment, tuberculosis (TB) is still an important cause of morbidity and mortality all over the world, as it is in our country. Aim: It was aimed to determine the relation of pleural fluid adenosine deaminase (ADA) level with age and gender of patients with TB pleurisy. Material and Methods: The study was designed as a retrospective study. Age of the patients, pulmonary function tests (PFT) measurements, glucose, protein, albumin, aspartate aminotransferase (AST), alanine aminotransferase (ALT), alkaline phosphatase (ALP), lactate dehydrogenase (LDH), bilirubin, urea, creatinine and blood cell count from peripheral blood; blood gas analysis, glucose, albumin, protein, LDH, ADA, fluid cell count results in pleural fluid were recorded. Results: A total of 145 patients were included in the study, 41 were female and 105 were male. The mean age of the patients was 53.1 years, the mean pleural fluid ADA level was 55.2. When compared to gender; pleural fluid ADA levels were significantly lower in women (p = 0.031). When patients were divided as younger and older than 65 years old, there was no difference in pleural fluid ADA level (p = 0.657). Conclusion: The level of adenosine deaminase in tuberculous pleural effusions varies according to gender and was detected lower in females than in males. Similar levels were found between the groups above and under 65 years old.

4.
AĞIR KOAH’LI OLGULARDA ALTI DAKİKA YÜRÜME TESTİ MESAFESİNİ TEST ÖNCESİ TAHMİN ETMEK MÜMKÜN MÜDÜR?
IS IT POSSIBLE TO ESTIMATE THE SIX-MINUTE WALK TEST DISTANCE IN PATIENTS WITH SEVERE COPD BEFORE THE TEST?
Gülru POLAT, Melih BÜYÜKŞİRİN, Gülistan KARADENİZ, Aysu AYRANCI, Fatma DEMİRCİ, Özlem EDİBOĞLU, Filiz GÜLDAVAL, Mine GAYAF, Enver YALNIZ
Sayfalar 161 - 167
Giriş ve Amaç: Altı dakika yürüme testi (6DYT), kardiyopulmoner hastalığı olanlarda fonksiyonel kapasiteyi gösteren bir egzersiz testidir. Bu çalışmada, KOAH’lı olgularda, 6DYT’nin; pO2, pCO2, egzersiz desaturasyonu, arteryel tansiyon, kalp atım hızı, solunum sayısı ve dispneskoru ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem ve Gereç: GOLD kriterlerine göre ağır-çok ağır KOAH’ı olan 83 olgu çalışmaya alındı. Hastalara 6DYT uygulandı. Hastalar modifiye Borgskalası ile değerlendirildi. Test öncesi spirometri uygulandı. Test öncesi ve sonrası kangazı değerleri, vital bulguları ölçüldü. Sonuçlar Wilcoxan signedrank testi ile karşılaştırıldı. Lineer regresyon analizi ile değerlendirildi. Bulgular: 83 olgu yürümeyi tamamladı. En sık şikayetdispne idi. Test öncesi olguların FEV1 değeri 1.65 lt idi. Ortalama yürüyüş mesafesi ise ortalama 246 m olarak bulundu. Kalp hızı, sistolik ve diyastolik kan basıncı, solunum hızı ve dispne skoru testten sonra anlamlı olarak arttı(p<0.05). Testten sonra pO2 değeri değişmezken, pCO2 değeri anlamlı olarak azaldı(p<0.05). Solunum hızı ve dispne skoru yürüyüş mesafesini etkileyen faktörler olarak bulundu. Sonuç: Yürüyüş mesafesi; yaş, cinsiyet ve FEV1 değerinden bağımsızken solunum sayısı ve dispne skoru yürüyüş mesafesini belirleyen faktörler olarak bulundu. Test öncesi solunum sayısı ve dispne skoruna bakarak ağır KOAH’lı olguların ne kadar yürüyebileceğini öngörebilir, beklediğimizin altında yürüyen olgularda testin tekrarlanmasını sağlayabiliriz.
Aim: Sixminute walk test (6MWT); is an execise test used as an indicator of the functional capacity in patients with cardio pulmonary disease. In this study, weaimed toin vestigate the relation between vital signs, bloodgasvalues, dys pneas core and walk distance in cases with severe COPD. Materials And Methods: 6 minute walk test performedto 83 cases in stable period with severe and very severe COPD according to GOLD criteria. Dys pneas corese valuated with modified borgs cale. Lung function test performed before walking. Blood gas values and vital signs measured before and after test. Results compared with wil coxansigne drank test. Factor saffecting walk distance evaluated with lineer regression analysis. Results: 83 cases completed the walking. Themost common complaint was dyspnea. Meanvalue of FEV1 in stableperiod of disease was 1,65 lt. Mean walk distance was 246m. Pulse rate, sys tolicand diastolic pressure, respiration rate and dys pneascore in creased after the walk test (p<0.005). pCO2 decreased significantly after the walk test(p<0.005) where as pO2 did not(p>0.005). Respiration rate and dys pneascore was found as the factor saffecting the walk distance. Conclusion: In this study, we have seen, walk distance in dependent fromage, sex, FEV1 value but respiration rate and dys pneas core were found as factors affecting the determination of walk distance. Before the test, we can predict how far our patients with severe COPD can walk by looking at the respiratory rate and dyspnea score. If the distance is below the predicted value, we can repeat the test.

5.
HAFİF VE ORTA DERECE KOAH ALEVLENMELERİNDE EOZİNOFİLİNİN ROLÜ
THE ROLE OF EOSINOPHILS AT MILD AND MODERATE COPD EXACERBATIONS
Deniz DOĞAN, Yakup ARSLAN
Sayfalar 169 - 175
Amaç: Hafif ve orta derece KOAH alevlenmesi olan hastalarda serum eozinofil değerlerinin alevlenme şiddeti ile ilişkisini belirlemek. Yöntem ve Gereç: 01 Ocak-31 Aralık 2017 tarihleri arasında Göğüs hastalıkları polikliniğine müracaat eden KOAH tanılı 254 hastanın dosya verileri retrospektif olarak tarandı. Klinik ve laboratuvar bulgularına göre ayaktan tedavi ile takip edilen hastalar “hafif derecede alevlenme, grup 1” ve hospitalize edilerek takip edilen hastalar ise “orta derecede alevlenme, grup 2” olarak iki gruba ayrıldı. İki grup arasında hastaların demografik özellikleri ve başta eozinofil olmak üzere biyokimyasal değerleri karşılaştırıldı. Bulgular: Hafif derecede alevlenme tanılı hastalarda serum eozinofil (2.4±1.7’e karşılık 1.1±1.3, p<0.001) ve lenfosit (23.7±9.2’e karşılık 14.7±8.5, p<0.001) oranları anlamlı derecede daha yüksek bulundu. Bunun aksine nötrofil oranları ise orta derecede alevlenme tanılı hastalarda daha yüksek (%75.5±10.6’e karşılık %64.5±10.2, p<0.001) idi. Benzer şekilde hS-CRP (62.1±56.9’e karşılık 18.7±11.6, p<0.001) ve nötrofil/lenfosit oranı (9.1±12.8’e karşılık 3.5±2.6, p<0.001) orta derecede alevlenme tanılı hastalarda anlamlı derecede daha yüksek idi. Çalışmamızda serum eozinofili için üst limiti olarak %2 değeri alındığında, orta derecede alevlenme tanılı hastalarda, %2 nin altında olan hasta oranının anlamlı derecede daha yüksek (%78.8’e karşılık %46.3, p<0.001) olduğu sonucuna varıldı. Sonuç: KOAH alevlenmelerinde, serum eozinofil sayısının değişken olabileceği, bu hastalarda verilecek optimal tedavi şeklinin belirlenmesinde klinik ve laboratuvar bulgularının birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Aim: To determine the relationship between serum eosinophil values with exacerbation severity in patients with mild and moderate Chronic Obstructive Pulmonary Disease Exacerbation. Material and Methods: Data of 254 patients diagnosed as COPD who applied to the Chest Diseases Polyclinic between January 1st with December 31th of 2017 were retrospectively reviewed. Patients were divided into two groups according to their clinical and laboratory findings; patients treated and followed up with outpatient treatment named as “mildly exacerbated-group 1”, and patients treated and followed up as hospitalized named as “ moderately exacerbated-group 2”. The demographic characteristics of the patients and their biochemical values, especially eosinophil value, were compared between the two groups. Results: Serum eosinophils (2.4±1.7 vs 1.1±1.3, p <0.001) and lymphocytes (23.7±39.2 versus 14.7±8.5, p <0.001) were significantly higher in patients with mild exacerbation. In contrast, neutrophil rates were higher in patients diagnosed with moderate exacerbation (75.5±10.6% versus 64.5±10.2%, p <0.001). Similarly, hS-CRP (62.1±56.9 versus 18.7±11.6, p <0.001) and neutrophil / lymphocyte ratio (9.1±12.8 versus 3.5±2.6, p <0.001) were significantly higher in patients with moderate exacerbation. In our study, when the upper limit for serum eosinophilia was 2%, it was found that the rate of patients with less than 2% in patients with moderate exacerbation was significantly higher (78.8 % versus 46.3 %, p <0.001). Conclusion: In COPD exacerbations, serum eosinophil value may be variable, clinical and laboratory findings should be evaluated together to determine the optimal treatment modality in these patients.

6.
SARKOİDOZ: TANI, TEDAVİ VE TAKİPTE 20 YILLIK DENEYİM
SARCOIDOSIS: 20 YEARS OF EXPERIENCE IN DIAGNOSIS, TREATMENT AND FOLLOW-UP
Eylem TUNÇAY, Murat YALÇINSOY, Sinem GÜNGÖR, Pakize SUCU, Sümeyye APLARSLAN BEKİR, Fatma TOKGÖZ AKYIL, Dilek YAVUZ, Bülent ALTINSOY, Cüneyt SALTÜRK, Zeynep Ferhan ÖZŞEKER
Sayfalar 177 - 187
Amaç: Sarkoidoz, sebebi bilinmeyen, birden fazla sistemi tutan, granülomatöz bir hastalıktır. Tanı koyma aşamaları, uzun ve kısa süreli takibi günlük pratikte uğraştırıcıdır ve deneyim gerektirir. Çalışmamızda kliniğimizde 20 yıldır takip ettiğimiz sarkoidoz olgularının, tanı, tedavi ve takip sonuçları incelenmiştir. Yöntem ve Gereç: Çalışmamızda 1994-2014 yılları arasında 3. basamak göğüs hastalıkları kliniğinde takip edilmekte olan sarkoidoz olgularının demografik özellikleri, ilk başvuru şikâyetleri, tüberkülin cilt testi, biyokimyasal parametreleri, radyolojik özellikleri, evreleri, solunum fonksiyon testi ve DLCO ölçümleri, tanı, tedavi ve uzun /kısa dönem takip sonuçları değerlendirildi. Bulgular: 338 hastanın 241’i (%71,3) kadın, 97’si (%28,7) erkek idi. Hastaların tanı sırasındaki yaş ortalaması 42,6±11,6 (17-75) idi. Hastalarımızın 48’inin (%14,2) sarkoidoz tanısı klinik, laboratuvar ve radyolojik bulgularla konulurken diğer hastalarda invaziv girişimler yapıldığı görüldü. En sık kullanılan invaziv yöntemler transbronşiyal biyopsi (%42,6), mediastinoskopi veya transbronşiyal biyopsi (sırasıyla %40,8 ve %13,9) ve bronş mukoza biyopsisi (forceps biyopsi) (%35,2) idi. Hastaların 262’sinin (%75,6) tedavisiz izlendiği, 76’sine (%22,4) değişik dönemlerde tedavi verildiği görüldü. Hastaların 22’sinde (%6,2) tanı sonrası dönemde relaps olduğu görüldü. Tedavi verilmeden izlenen ve tedavi verilen hastalarda relaps gözlenme oranlarının sırasıyla 3 hasta (%2,5) ve 19 hasta (%42) olduğu görüldü (p<0,01). Sonuç: Farklı organları tutan ve farklı klinik prezentasyonları olan bu hastalık, büyük oranda spontan remisyonla seyreder. Ancak ileri evre hastalıkta mortalite ve morbidite fazladır. Ayrıca çalışmamızda da gördüğümüz gibi ileri evre hastalarda tedavi almalarına rağmen relaps sıklığı fazladır. Klinik pratikte sarkoidoz olgularının tanısının erken konarak yakın takip edilmesi ve ileri evre hastaların relaps, mortalite ve morbidite açısından yakın takibi büyük önem taşımaktadır.
Aim: Sarcoidosis is a granulomatous disease with unknown origin. Long and short-term follow-up and diagnosis of sarcoidosis are challenging in daily practice and require experience. In our study, the diagnosis, treatment and follow-up results of patients with sarcoidosis followed for 20 years were examined. Material and method: Sarcoidosis patients followed in tertiary chest diseases clinic between 1994-2014 were evaluated. Demographic features, referral complaints, tuberculin skin test, biochemical parameters, radiological features, PFT and DLCO measurements, diagnosis, treatment, long-short term follow-up results were evaluated. Results: Of the 338 patients, 241 (71.3%) were female. The mean age at the time of diagnosis was 42.6±11.6 (17-75) years. While 48 (14.2%) patients were diagnosed based on clinical, laboratory and radiological findings, invasive procedures were performed to the rest. The most commonly used invasive methods were transbronchial biopsy (42.6%), mediastinoscopy or transbronchial biopsy (40.8% and 13.9%, respectively) and bronchial mucosal biopsy (forceps biopsy) (35.2%). 262 (75.6%) of the patients were followed without treatment and 76 (22.4%) were treated in different periods. 22 (6.2%) patients had relapse in the postdiagnosis period. The patients followed-up without and with treatment, relapse rates were 3 patients (2.5%) and 19 patients (42%), respectively (p <0.01). Conclusion: Sarcoidosis affects different organs and has different clinical presentations; besides spontaneous remission is occurred in the most of patient. However, mortality and morbidity are high in advanced disease. As determined in present study frequency of relapse is high in patients with advanced stage. Early diagnosis of sarcoidosis, close follow-up of patients with advanced disease in terms of relapse, mortality and morbidity, are important in clinical practice.

7.
NÖROSARKOİDO
NEUROSARCOIDOSIS
Bülent AKKURT, Coşkun DOĞAN, Kayhan BAŞAK, Sevda Şener CÖMERT
Sayfalar 189 - 194
Sarkoidoz nedeni bilinmeyen, sistemik, granülomatöz bir hastalık olup en sık tutulan yapılar toraks içi lenf nodları ve akciğerlerdir. Nörosarkoidoz ise sarkoidozun ciddi fakat nadir görülen bir formudur. Sarkoidozda klinik olarak saptanabilen sinir sistemi tutulumu %10’un altındadır. Nörosarkoidozun sık görülen formları kraniyal sinir tutulumu, özellikle fasyal paralizi, hipotalamik ve hipopitüiter lezyonlardır. Klinik tabloda kraniyal sinir paralizisi, baş ağrısı, ataksi, bilişsel işlevlerde bozukluk, kuvvet kaybı ve konvülziyonlar görülebilir.Erken tanı ve tedavi hayat kurtarıcıdır. Kraniyal ve göz tutulumu ile seyreden nörosarkoidoz olgusunu nadir görüldüğü için tanı ve tedaviye dikkat çekmek için sunduk.
Sarcoidosis is a systemic, granulomatous disease of unknown origin and the most common structures are intrathoracic lymph nodes and lungs. Neurosarcoidosis is a serious but rare form of sarcoidosis. Clinically detectable nervous system involvement in sarcoidosis is less than 10%. Common forms of neurosarcoidosis are cranial nerve involvement, especially facial paralysis, hypothalamic and hypopituitary lesions. Cranial nerve paralysis, headache, ataxia, impairment of cognitive functions, loss of strength and convulsions may be seen in the clinical state. Early diagnosis and treatment is life-saving. We present a case of neurosarcoidosis presenting with cranial and ocular involvement in order to draw attention to diagnosis and treatment because it is rare.

8.
PULMONER, GÖZ VE SANTRAL SİNİR SİSTEMİ TUTULUMU İLE ORTAYA ÇIKAN DİSSEMİNE TÜBERKÜLOZ OLGUSU
A CASE OF DISSEMINATED TUBERCULOSIS EMERGING WITH PULMONARY, EYE AND CENTRAL NERVOUS SYSTEM INVOLVEMENT
Songül ÖZYURT, Neslihan ÖZÇELİK, Bilge YILMAZ KARA, Ünal ŞAHİN
Sayfalar 195 - 199
Tüberküloz, gelişmekte olan ülkelerde hala önemli bir halk sağlığı sorunudur. Eğer tedavi edilmezse, dissemine tüberküloz gibi çeşitli komplikasyonlara neden olabilir. İmmün sistemi normal olan hastada yaygın tüberküloz nadir görülen bir durumdur. Bu olgu sunumunda, normal bir bağışıklık sistemi olan, dissemine tüberküloz gelişen 25 yaşında bir olgu sunulmuştur.
Tuberculosis is still a major public health problem in developing countries, although it has a complete treatment. If untreated, it may cause various complications such as disseminated tuberculosis. Disseminated tuberculosis in the immunocompetent patient is a rare condition. In this case report, a 25-year-old case with disseminated tuberculosis who had a normal immune system is presented.

LookUs & Online Makale