ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 32 (1)
Cilt: 32  Sayı: 1 - 2018
ORIGINAL ARTICLE
1.
PLEVRAL SIVILI HASTALARDA PLEVRAL SIVI VE SERUM D-DİMER DÜZEYLERİNİN TANISAL DEĞERİ
THE DIAGNOSTIC CONTRIBUTION OF THE LEVEL OF PLEURAL FLUID AND SERUM D-DIMER IN PATIENTS WITH PLEURAL EFFUSION
Fatmanur Çelik BAŞARAN, Mine GAYAF, Ayşe ÖZSÖZ, Dilek KALENCİ, Ahmet Emin ERBAYCU
Sayfalar 1 - 11
Amaç: Çeşitli etyolojilerle ortaya çıkan plevral effüzyonlu hastalarda D-dimer düzeylerinin tanısal değerini belirlemektir. Yöntem ve Gereç: Yaş ortalaması 66 yıl olan plevral efüzyonlu 122 hasta prospektif olarak çalışmaya alınmıştır. Eş zamanlı serum ve plevra sıvısı örneklerinde D-dimer, laktat dehidrogenaz (LDH), total protein, albümin, glukoz, plevra sıvısı pH düzeyi ölçülmüş, mikrobiyolojik ve sitolojik inceleme yapılmıştır. Tanıları kesinleşen hastalar infeksiyon nedenli (n:38; pnömoni, tüberküloz, ampiyem) - infeksiyon dışı nedenli (n:84; kojestif kalp yetmezliği, malignite ve paramalignite), malignite nedenli (n:47; malign ve paramalign) – malignite dışı nedenli (n:75; konjestif kalp yetmezliği, tüberküloz, pnömoni, ampiyem) ve transüda (n:27) – eksüda (n:97) vasıflı plevra sıvıları olmak üzere üç gruba ayrılmıştır. Plevral sıvı ve kan örnekleri eş zamanlı alınmıştır. Bulgular: Serum ve plevral sıvı D-dimer seviyeleri eksüda grubunda transuda grubuna göre yüksek bulundu (p<0.05). İnfeksiyon nedenli plevra sıvılı hastalar grubunun plevra sıvı D-dimer seviyeleri yüksek iken (p=0.01), serum D-dimer seviyelerindeki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0,998). Malignite nedenli ve malignite dışı nedenli plevra sıvılarında, her iki grup arasında serum ve plevral sıvı D-dimer seviyeleri arasında anlamlı fark izlenmedi (p =0,097 ve p=0,255). Plevral sıvı D-dimer düzeyi ile plevral sıvı proteini ve LDH’ı arasında pozitif korelasyon saptandı (r=0.257, p=0.004 ve r=0.240, p=0.008). Serum D-dimer düzeyi ile plevral sıvı proteini, plevral sıvı LDH’ı ve serum LDH’ı arasında pozitif korelasyon saptanırken (r=0.198, p=0.030 ve r=0.195, p=0.032 ve r=0.250, p=0.006), plevral sıvı glukozu ile negatif korelasyon (r=-0.187, p=0.040) tespit edildi. Sonuç: Plevral sıvı D-dimer düzeyleri infeksiyon nedeniyle oluşmuş plevral sıvılarda ve eksüdatif natürlü sıvılarda yüksektir. Malign plevral sıvılarda ise ayırıcı değildir.
Aim: To determine the diagnostic value of D-dimer levels in serum and pleural fluid in patients with pleural effusion caused by various pathologies. Material and Methods: One hundred-twenty two patients with pleural effusion with an average age of 66 years were included prospectively. D-dimer, lactate dehydrogenase (LDH), total protein, albumin, glucose levels were studied in serum and pleural fluid simultaneously. Pleural fluid pH, microbiologic and sitologic examinations were also done from pleural fluid samples. The study population was divided into three categories according to their etiologies as infective (n=38; pneumonia, tuberculosis, and empyema) or noninfective (n=84; congestive heart failure, malignancy, and paramalignancy), malignancy (n=47; malignancy and paramalignancy) or nonmalignancy (n=75; congestive heart failure, tuberculosis, pneumonia, and empyema), and transudate (n=27) or exudate (n=97). Pleural fluid and blood samples were obtained simultaneously in order to compare D-dimer, LDH, total protein, and pleural fluid pH. Results: Serum and pleural fluid D-dimer were significantly higher in exudate group than transudate group (p<0.05). Pleural fluid D-dimer was significantly higher in infective group (p=0.01), but the difference in serum D-dimer levels was not statistically different. Both serum and pleural fluid Ddimer was not different between malignancy and non-malignancy groups. Pleural fluid D-dimer was positively correlated with pleural fluid protein and LDH (r=0.257, p=0.004 and r=0.240, p=0.008; respectively). Serum D-dimer was positively correlated with pleural fluid protein, pleural fluid LDH, and serum LDH (r=0.198, p=0.030 and r=0.195, p=0.032 and r=0.250, p=0.006; respectively), while negatively correlated with pleural fluid glucose (r=-0.187, p=0.040). Conclusion: D-dimer levels are higher in exudative pleural fluids and pleural fluids caused by infection. It is not discriminating in malignant pleural fluids.

2.
GRİGGS TEKNİĞİ İLE UYGULANAN PERKÜTAN DİLATASYONEL TRAKEOTOMİ İŞLEMİNDE DENEYİM BRONKOSKOPİ REHBERLİĞİ İHTİYACINI AZALTIR MI?
DOES EXPERIENCE IN PERCUTANEOUS DILATATIONAL TRACHEOTOMY WITH GRIGGS TECHNIQUE REDUCE THE NEED OF THE BRONCHOSCOPY GUIDANCE?
Mehmet Erdem ÇAKMAK, Hayriye Cankar DAL, İbrahim MUNGAN, Sultan Sevim YAKIN, Çilem Bayındır DİCLE, Büşra TEZCAN, Dilek KAZANCI, Sema TURAN
Sayfalar 13 - 19
Amaç: Çalışmamızda yoğun bakım ünitelerimizde bronkoskopi kılavuzluğu olmadan Griggs yöntemi ile perkütan trakeotomi işlemlerini değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem ve Gereç: Çalışmamızda Temmuz 2016 ile Mart 2017 tarihleri arasında yoğun bakım ünitelerimizde Griggs tekniği ile bronkoskopi kılavuzluğunda ya da bronkoskopisiz olarak elektif perkütan trakeotomi açılan 58 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızda 35 hastaya (%60.3) bronkoskopi kılavuzluğunda, 23 hastaya (%39.7) bronkoskopisiz trakeotomi açıldı. Erken dönemde 3 (%5.1) hastada cerrahi müdahale gerektiren majör kanama meydana geldi ve trakeotomi kapatıldı. Dört (%6.8) hastada cerrahi müdahele gerektirmeyen minör kanama meydana geldi. Bir (%1.7) hastada pnömotoraks ve cilt altı amfizem meydana geldi. Erken dönem komplikasyon oranları açısından bronkoskopili ve bronkoskopisiz işlemler arasında anlamlı fark saptanmadı (p=0.58). Geç dönemde herhangi bir komplikasyon saptanmadı. Sonuç: Griggs tekniği ile uygulanan elektif perkütan dilatasyonel trakeotomi işlemi yoğun bakımlarda yatak başı kolaylıkla uygulanabilen, düşük komplikasyon oranına sahip bir yöntemdir. Trakeotomi işlemini uygulayan ekibin deneyimi arttıkça işlem sırasında bronkoskopi rehberliği gereksiniminin azalacağını düşünmekteyiz.
Aim: We aimed to evaluate percutaneous tracheotomy using the Griggs method without bronchoscopic guidance in our intensive care unit. Material and Methods: Between July 2016 and March 2017, 58 patients who performed elective percutaneous tracheotomy in our intensive care unit with the guidance of bronchoscopy or without bronchoscopy by Griggs technique were evaluated retrospectively. Results: In our study, tracheotomy was performed to 35 patients (60.3%) in the guidance of bronchoscopy, 23 patients (39.7%) without bronchoscopy guidance. Three (5.1%) patients in the early stage had major bleeding requiring surgical intervention and tracheotomy was closed. Four (6.8%) patients had minor bleeding that did not require surgical intervention. One (1.7%) patients had pneumothorax and subcutaneous emphysema. There was no significant difference between bronchoscopic and without bronchoscopic procedures in early complication rates (p = 0.58). No complications were detected in the late period. Conclusion: Elective percutaneous dilatational tracheotomy with Griggs technique is a method with low complication rate which can be easily applied to the bedside in intensive care units. As the experience of the tracheotomy team increases, we think that the need for bronchoscopy guidance will decrease during the procedure.

3.
TÜBERKÜLOZ VE BENİGN HASTALIKLARDA PNÖMONEKTOMİ: SONUÇLARIN KARŞILAŞTIRILMASI
PNEUMONECTOMY FOR TUBERCULOSIS AND BENIGN DISEASES: COMPARISON OF RESULTS
Serkan YAZGAN, Soner GÜRSOY, Ahmet ÜÇVET, Özgür SAMANCILAR, Ezgi ÇİMEN GÜVENÇ
Sayfalar 21 - 29
Amaç: Tüberküloz nedeniyle pnömonektomi nadirdir. Genellikle tüberküloza sekonder harap olmuş akciğer nedeniyle ihtiyaç duyulur. Biz bu çalışmada, tüberküloz nedeniyle yaptığımız pnömonektomileri, diğer benign nedenli pnömonektomilerle, morbidite ve mortalite açısından karşılaştırmayı amaçladık. Yöntem ve Gereç: On altı yıllık (Ocak 2002 ile Aralık 2017) bir retrospektif çalışma yapıldı ve benign hastalıklar nedeniyle pnömonektomiye giden 33 hasta, endikasyonları bakımından iki gruba ayrıldı. Tüberküloza bağlı nedenlerle pnömonektomi yapılan 11 hasta (Grup 1), diğer benign akciğer hastalıkları nedeniyle pnömonektomi yapılan 22 hasta ile (Grup 2), demografik özellikler, cerrahi teknik zorluklar, hastane mortalitesi ve morbidite bakımından karşılaştırıldı. Bulgular: Her iki grubta da bronş kapama yöntemi olarak, çoğunlukla stapler tercih edildi (sırasıyla %72,7, %77,3). Sadece Grup 1’de bronkoplevral fistül saptandı (n=3, %27,3) ve bu, istatistiki olarak anlamlıydı (p=0,03). İleri derecede yapışıklık nedeniyle, cerrahi teknikte yaşanan zorluklar sırasıyla Grup 1 ve 2’de; %90,9’a karşılık %54,5’di (p=0,05). Grup 1’de morbidite oranı %36,4’dü ve bu oran, Grup 2’de %4,5’di (p=0,03). İntraoperatif mortalite yoktu ve hastane mortalitesi ise, her iki grupta birer hastaydı (sırasıyla, %9,1 ve %4,5). Sonuç: Tüberküloz nedeniyle yapılan pnömonektomiler, diğer benign akciğer hastalıkları nedeniyle yapılanlara göre, daha fazla cerrahi teknik zorluklar barındırır ve morbiditesi daha fazladır. Ancak, her iki grupta da pnömonektominin morbiditesi ve mortalitesi kabul edilir düzeydedir. Seçilmiş hastalarda, yeterli cerrahi tecrübe ile küratif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya devam edilmesi gerekmektedir.
Aim: Pneumonectomy performed due to tuberculosis is a rare condition. It is usually required because of destroyed lung secondary to tuberculosis. In this study, we aimed to compare pneumonectomies due to tuberculosis with other benign pneumonectomies in terms of morbidity and mortality. Material and methods: A 16-year retrospective study was performed (from January 2002 to December 2017) and 33 patients who had pneumonectomy due to benign diseases were divided into two groups according to their indications. Eleven patients undergoing pneumonectomy due to tuberculosis (Group 1) and 22 patients undergoing pneumonectomy due to other benign lung diseases (Group 2) were compared in terms of demographic characteristics, surgical technical difficulties, hospital mortality and morbidity. Results: In both groups, the most preferred bronchial closure method was stapler (72.7%, 77.3% respectively). Bronchopleural fistula was observed only in Group 1 (n=3, 27.3%), which was statistically significant (p=0.03). Due to severe adhesion, the difficulties experienced in the surgical technique were 90.9% vs 54.5% in Group 1 and 2, respectively (p= 0.05). The morbidity rate was 36.4% in Group 1 and 4.5% in Group 2 (p= 0.03). There was no intra operative mortality and hospital mortality was in one patient in each group (9.1% and 4.5% respectively). Conclusion: Pneumonectomy performed due to tuberculosis has more surgical technical difficulties and higher morbidity than those performed due to other benign pulmonary diseases. However, the morbidity and mortality of pneumonectomies are reasonable in both groups. With adequate surgical experience, it should continue to be performed on the selected patients as a curative treatment.

4.
TÜRKİYE’DEKİ SOLUNUM FONKSİYON LABORATUVARLARININ KALİTE VE HASTA GÜVENLİĞİ STANDARTLARI ÜZERİNE KESİTSEL ANKET ÇALIŞMASI
CROSS-SECTIONAL SURVEY STUDY ON QUALITY AND PATIENT SAFETY STANDARDS OF RESPIRATORY FUNCTION LABORATORIES IN TURKEY
Gökhan ERDOĞAN, Sedat ALTIN
Sayfalar 31 - 40
Amaç: Türkiye’deki Solunum Fonksiyon Testi (SFT) laboratuvarlarının ve SFT teknisyenlerinin güncel kalite standartlarını ne kadar karşıladığını belirlemeyi amaçladık. Yöntem ve Gereç: Çalışmaya anketimizi yanıtlayan ve yoğun SFT yapılan 40 merkez ve bu merkezde çalışan 46 SFT teknisyeni dahil edildi. Teknisyenlere demografik özellikleri, eğitim durumları, laboratuvarların donanımsal özellikleri, kullandıkları ekipmanlar, cihazların tür ve çeşitleri, kalibrasyon, dezenfeksiyon, enfeksiyon kontrol yöntemleri ile gerekli kalite dökümanlarını da içeren sorular soruldu. Yanıtlar oransal olarak değerlendirildi. Bulgular: Kullan-at filtreli ağızlık, günlük değiştirilen filtre üzerine karton ağızlık ve yalnızca karton ağızlık sırası ile 31 (%78), 3 (%7) ve 6 (%15) kurumda kullanılmaktaydı. 16 (%40) kurum kullanat burun mandalı, 24 (%60) kurum dezenfekte edilebilir burun mandalı kullanmaktaydı. Laboratuvarlarda kalibrasyon kurumların 25 (%62)’inde günlük yapılmakta, %15’inde kalibrasyon uyarısı alındığında yapılmaktaydı. 9 (%23) kurumda ise kalibrasyon şırıngası yoktu. Biyolojik kalibrasyon yapılma oranı % 62’ idi. Test esnasında eldiven kullanımı ile cihazların günlük dezenfeksiyonun yapılma oranı %67 idi. Teknisyenler arasında SFT ile ilgili bir eğitim programına katılma oranı %42, son iki yıl içerisinde temel yaşam desteği eğitimi alma oranı %50’dir. Sonuç: Türkiye’deki solunum fonksiyon laboratuvarlarının kalite standartlarını tam karşılamadığı görülmüştür. Çalışanların eğitimlerinin tam olmaması, kurs katılımlarının düşük olması, SFT ile ilgili mesleki eğitimlere daha fazla yer verilmesi ve yöneticiler tarafından önemsenmesi gerektiğini göstermektedir. Kurumlar SFT laboratuvarları ile ilgili kalite dökümanlarını oluşturmalıdır.
Aim: We aimed to determine the extent of the Pulmonary Function Test (PFT) laboratories and PFT technicians who meet current quality standards in Turkey. Material and Methods: Fourty centers who intensely do PFT and 46 PFT techicians who work there were included in the study. They replied the questionary forms asking them about their demographic features, education status, equipmental properties of their laboratories, used equipments’ specialities and diversities, calibration, disinfections, infection control methods and related quality documents. The responses evaluated in ratios. Results: Disposible filtered mouthpiece, daily changed filtered paper mouthpiece and just paper mouthpiece are used at 31(78%), 3(7%) and 6(15%) of centers respectively. Sixteen (40%) centers use disposible nose clips and 24(60%) use nose clips that could be disinfected. Laboratory calibrations were done daily in 25(62%) centers but only 15% of centers do calibrations in case of warning. There was no calibration injections in 9(25%) centers. The ratio of biological calibration was 62%. Using gloves during test period and daily disinfections of the equipments ratio were 67%. Participations of the technicians to the education programs about PFT laboratories was 42% and training of basic life support ratio was 50%. Conclusion: In conclusion, we found that PFT laboratories in Turkey do not fit to the quality standards, inadequate educations of the staffs, lower number of the workers, participations to the courses. The importance of professional educations of the PFT technicians should be more noticed by the managers and centers should prepare quality documents about PFT laboratories.

5.
TİOTROPİUM KULLANAN KOAH’LILARIN KOMORBİDİTELERİ
CO-MORBIDITIES OF PATIENTS WITH COPD USING TIOTROPIUM
Edhem ÜNVER, Handan AKSOY, Sedat ALTIN, Saim KERMAN
Sayfalar 41 - 48
Amaç: KOAH multisistemik bir hastalıktır ve komorbid hastalıkların varlığı KOAH morbiditesini etkilemektedir. Bu çalışmada amacımız tiotropium kullanan KOAH hastalarında komorbidite sıklığını belirlemektir. Materyal ve Metod: 2013 yılında Türkiye’de Reçete Bilgi Sistemi’nden alınan verileri kullanılarak ICD-10 tanı kodlama sistemine göre reçetede bulunan tanılar kaydedildi. Bulgular: Tiotropium reçetelenmiş 877.040 reçetede toplam 1.957.223 tanı olduğu saptandı. Başlıca komorbiditeler %24,2 oranı ile kardiyovasküler hastalıklar, %16,9 ile gastrointestinal sistem hastalıkları, %12,7 ile kas-iskelet sistem hastalıkları, %9,4 ile endokrinolojik hastalıklar ve %6,4 diğer semptomlar olarak belirlendi.KOAH ile birlikte ilaç reçetelenen hastaların %16,2’sında hipertansiyon, % 8,9’unda Gastroözofajial reflü hastalığı (GERH), %5,4’ünde miyalji, %4,6’sında diyabet, % 4’ünde aterosklerotik kardiyovasküler hastalık, %3,6’sında peptik ülser, öne çıkan tanılar olarak dikkati çekmektedir. Sonuç: KOAH ülkemizde komorbiditeleri yoluyla direkt ve dolaylı olarak ekonomik maliyeti giderek artan bir sağlık sorunudur. Sorunların çözülebilmesi için ulusal tıbbi kayıt sistemleri kullanılarak yapılan epidemiyolojik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: COPD is a multisystemic disease and the morbidity from COPD may be affected by other comorbid chronic conditions. The aim of our study was to assess the frequency of comorbidities in COPD patients taking tiotropium. Material and methods: According to the 2013 Turkey Recipe Information System’s data, prescriptions included Tiotropium were selected and identified recorded other diagnoses together with COPD focusing on ICD-10-codes. Results: A number of total prescription was 877.040 and a number of total diagnosis was 1.957.223. Main comorbidities were determined as cardiovascular disease with 24,2%, gastrointestinal system disorder with 16,9%, musculoskeletal impairments with 12,7%, endocrinological diseases with 9,4%, other symptoms with 6,4%. As prominent diagnoses of patients prescribed medication with COPD, were hypertension in 16,2% gastroesophageal reflux disease (GERD) in 8,9%, myalgia in 5,4%, diabetes in 4,6%, atherosclerotic cardiovascular disease in 4%, and peptic ulcer in 3,6%. Conclusion: COPD is speculated as a health burden having both direct and indirect costs via comorbidities in our country. The economic impact of COPD is only going to worsen. It is necessary to conduct epidemiologic studies performed using national medical record data to improve overall outcomes.

6.
NEFROTİK SENDROM TANISI ALAN ANCA NEGATİF WEGENER GRANÜLOMATOZU (POLİANJİTİS İLE SEYREDEN GRANÜLOMATOZİS) OLGUSU
A CASE OF ANCA NEGATIVE WEGENER’S GRANULOMATOSIS (GRANULOMATOSIS WITH POLYANGIITIS) DIAGNOSED AS NEPHROTIC SYNDROME
Saltuk Buğra KAYA, Aşkı VURAL, Süleyman Savaş HACIEVLİYAGİL, Zeynep Ayfer AYTEMUR
Sayfalar 49 - 53
Wegener granülomatozu (WG), üst ve alt solunum yolları, böbrekleri ve çeşitli organların granülomatöz vasküliti ile karakterize nadir bir hastalıktır. WG hastalığın ismi Polianjitis ile seyreden granülomatozis (GPA) olarak değiştirildi. Akciğer grafisindeki yaygın kaviter lezyonları, malignite ve tüberküloz ile radyolojik olarak ayırıcı tanıya girmesi nedeniyle hastaya bronkoskopi yapıldı. Her ne kadar c-ANCA pozitifliği sık görülse de bizim vakamız gibi immünsüpresif tedavi alan hastalarda negatif olabilir. WG (GPA) tanısı klinik semptomlar ve histopatolojik bulgular tanı önemli olsa da ANCA özgünlüğü hastalığının sonuçlarını tahmin yardımcı olur. Klinik, radyolojik bulguları ve tedavisi sonrası klinik ve radyolojik düzelme olan hasta WG (GPA) olarak kabul edilerek takip edildi.
Wegener’s granulomatosis (WG) is a rare disease of upper and lower respiratory tractuses, kidneys, and several organs characterized by granulomatous vasculitis. Name of WG disease was changed as Granolomatosis with Polyangiitis (GPA). Due to widespread cavitary lesions in chest x-ray bronchoscopy was performed to exclude tuberculosis and malignancies that were thought in the differential diagnosis. Although c-ANCA positivity is common, results may be negative in patients who get immunosuppressive treatment like this case. Clinical symptoms and histopathological findings are important for the diagnosis of WG (GPA) however ANCA specificity may help to predict the prognosis of the disease. This case was diagnosed as WG (GPA) after clinical and radiological findings and complete clinical and radiological regression after treatment.

7.
GÖĞÜS DUVARINDA NÜKS AGRESİF FİBROMATOZİS OLGUSU
A CASE OF RECURRENT AGGRESSIVE FIBROMATOSIS OF THE CHEST WALL
Demet YALDIZ, Hüseyin MESTAN, Ozan USLUER, Kenan Can CEYLAN, Şeyda Örs KAYA
Sayfalar 55 - 58
Göğüs duvarında fibromatozis veya desmoid tümör, nadir görülen ve metastatik bir potansiyele sahip olmayan yumuşak doku tümörüdür. Ancak lokal olarak agresif ve infiltratif bir büyüme paterni gösterdiğinden, tam olarak eksize edildiğinde bile lokal rekürrense karşı yüksek bir eğilim ile karakterizedir. Bu çalışmada kliniğimizde fibromatozis dolayısıyla daha önce opere olan ve 18 ay sonra nüks ile kliniğimize başvurarak tekrar opere edilen 54 yaşındaki erkek hasta sunulmaktadır. Nüks nedeniyle yapılan ikinci operasyonda lezyon, göğüs duvarını tam kat olarak infitre ettiğinden dört kosta ile beraber anblok rezeke edildi. Bu çalışma dolayısıyla, fibromatozisin komplet cerrahi eksizyon uygulansa bile lokal olarak nüks edebileceğine dikkat çekmek istedik.
A fibromatosis or desmoid tumor of the chest wall is a rare soft tissue tumor that does not have a metastatic potential. However, as it shows a locally aggressive and infiltrative growth pattern, it is characterized by a high tendency towards local recurrence, even when fully excised. Herein, we present a 54 year-old male patient who had been previously operated on because of fibromatosis in our clinic and recurred 18 months later with recurrence. As the recurrent tumor infiltrated the chest wall in full layer, the tumor and chest wall including four ribs was en bloc resected. In this study we would like to draw attention to the fact that fibromatosis can recur locally even with complete surgical excision.

8.
PULMONER TROMBOEMBOLİNİN EŞLİK ETTİĞİ SUBAKUT İNVAZİV PULMONER ASPERGİLLOZİS
A CASE REPORT: SUBACUTE INVASIVE PULMONARY ASPERGILLOSIS WITH PULMONARY THROMBOEMBOLISM
Emine ARGÜDER, Berker ÖZTÜRK, Ebru Şengül PARLAK, Mükremin ER, Hatice Canan HASANOĞLU
Sayfalar 59 - 63
Subakut invaziv aspergillozis, bağışıklık sistemi hafif baskılanmış veya enfeksiyona zemin hazırlayan diyabetes mellitus, alkolizm, KOAH gibi kronik hastalıklarda görülebilen fungal bir akciğer enfeksiyonudur. Hastalığın prognozu genellikle invaziv aspergillozis kadar kötü seyretmemektedir. Aspergillus, invaziv özelliği nedeniyle kendisi kaviteleşen konsolidasyonlara neden olabileceği gibi var olan kavitelere de yerleşebilir. Öte yandan pulmoner tromboemboli de akciğerde nadiren kaviter lezyona neden olabilen vasküler bir hastalıktır. Altmış sekiz yaşında, bilinen KOAH ve diyabetes mellitus tanıları olan hasta, dış merkezde pnömoni nedeniyle yoğun bakımda yatan ve yatış esnasında geniş spektrumlu antibiyotik kullanan ancak taburculuktan bir hafta sonra nefes darlığında artış, balgam miktarında artış ve kötü kokulu balgam nedeniyle hastanemize başvurdu. Hastada pulmoner tromboemboliden yaklaşık iki ay sonra kaviter enfarkt alanında ortaya çıkan subakut invaziv aspergilloz ile uyumlu bulgular mevcuttu. Hastanın, pulmoner tromboemboliye sekonder gelişen kaviter lezyonda aspergillus enfeksiyonu gelişmesi ve bu farklı birliktelik nedeniyle olgumuzun literatür eşliğinde sunulması planlandı.
Subacute invasive aspergillosis is a fungal lung infection that can be seen in immunocompromised patients with chronic diseases such as diabetes mellitus, alcoholism, COPD. Its prognosis is usually not as poor as seen in invasive aspergillosis. Aspergillus may cause cavitation due to its invasive nature, as well as existing cavities. On the other hand pulmonary thromboembolism, is a vascular disease that rarely causes cavitary lesion in the lung. A patient with a known history of COPD and diabetes mellitus has admitted to our hospital at the age of sixty-eight years. The patient was hospitalized at the intensive care unit due to pneumonia where extensive spectrum antibiotics used during hospitalization. After a week of discharge, he suffered from increased respiratory distress, cough and sputum. the patient who suffered pulmonary thromboembolism (PE) 2 months ago, had evidence of subacute invasive aspergillosis associated with cavitary infarction. The purpose of presenting this case is to evaluate interesting association in aspergillus infection arising in the cavitary lesion after pulmonary thromboembolism.

9.
AKCİĞER ADENOKARSİNOMUNDA DİŞETİ METASTAZI
GINGIVAL METASTASES FROM LUNG ADENOCARCINOMA
Aysen EVKAN, Berna Eren KÖMÜRCÜOĞLU, Gamze KARAKURT, Alev Gülşah HACAR, Enver YALNIZ
Sayfalar 65 - 68
Akciğer kanseri tüm dünyada en sık görülen kanser türüdür ve yüksek mortalite oranına sahip olması nedeni ile önemli bir halk sağlığı problemidir. Gelişen tanı modalitelerine rağmen akciğer kanseri genellikle ileri evrede ve uzak organ metastazları ile başvurmaktadır. Akciğer kanserlerinde uzak organ metastazları sıklıkla kemik, beyin, karaciğer ve surrenale olmaktadır. Oral kavite metastazları literatürde çok nadirdir. Lezyonların hemen hepsinde oral kavite kemik yapı tutulmaktadır. Kliniğimizde evre 4 akciğer adenokarsinomu tanısı ile takip edilen 55 yaşında erkek hasta takip ve tedavisinin dördüncü ayında ağız içinde kanamalı, ağrılı, egzofitik kitle lezyonu ve çiğneme zorluğu ile başvurdu. Oral kaviteden yapılan eksizyonel biyopsi sonucu adenokarsinom metastazı olarak geldi. Olgumuz dişeti metastazının nadir görülmesi nedeni ile sunuldu.
Lung cancer is an important public health problem that it is the most common cause of cancer in all over the world with high mortality rate. Despite developing lung cancer diagnostic modalities, lung cancer are often diagnosed with advanced stage and distant metastasis. The most frequent distant organ metastases sites in lung cancer are bone, brain, liver, and surrenal. Oral cavity metastasis is very rare. In almost all lesions, oral cavity bone structure is involved. A 55 - year - old male patient with stage 4 pulmonary adenocarcinoma was admitted to our clinic with hemorrhagic, painful, exophytic mass lesion and difficulty in chewing in the mouth during the fourth month of chemotherapy. An excisional biopsy of the oral cavity was performed as a metastatic adenocarcinoma. The case was presented with the cause of rare gingival metastasis.

10.
AKCİĞER KANSERİNİN YÜZ CİLDİNE METASTAZI: İKİ OLGU NEDENİYLE
FACIAL SKIN METASTASIS DUE TO LUNG CANCER: REPORT OF TWO CASES
Funda COŞKUN, Yasemin ŞİRİN, Ali Kadri ÇIRAK
Sayfalar 69 - 74
Kanserlerin yüz cildine metastazı %0.5’ten azdır ve sıklıkla malign melanom etyolojilidir. Farklı tiplerdeki akciğer kanserlerinin cilt metastazı ise olguların %1.5-2.6’sında görülmektedir. Akciğer kanserinin tüm histolojik tipleri cilde metastaz yapabilir. Cilt metastazları bazen akciğer kanserinin ilk belirtisi olabilir. Bazen de takip sırasında ortaya çıkabilir. En sık göğüs, karın, kafa ve boyuna metastaz görülür. Cilt metastazları genellikle multipl nodüller şeklinde karşımıza çıkarlar. Kötü prognoz göstergesidirler. Soliter cilt lezyonlarının tedavisi tek başına cerrahi veya kemoterapi ya da radyoterapi ile kombine cerrahidir. Yüz cildine metastaz yapmış iki akciğer kanseri olgumuzu, özellikle sigara içenlerde her cilt lezyonuna “akciğer kanseri metastazı olabilir mi” kuşkusuyla yaklaşılması gerektiğini vurgulamak için sunuyoruz.
Cutaneous metastases in the facial region occur in less than 0.5% of patients with metastatic cancer, and they usually originate from malignant melanoma. Various types of pulmonary cancer lead to cutaneous metastases in 1.5 to 2.6% of cases. All histological types of lung cancer can metastasize to the skin. Skin metastases can sometimes be the first sign of lung cancer. Sometimes it can occur during follow-up. Most commonly metastasis to the chest, abdomen, head and neck. Skin metastases usually occur as multiple nodules. They are a poor prognostic indicator. The treatment of solitary skin lesions is surgery alone or combined with chemotherapy or radiotherapy. In this report, we describe two lung cancer metastasizing to the face and especially to smokers, to emphasize that every skin lesion "should have lung cancer metastasis" should be approached with suspicion.

LookUs & Online Makale