ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 31 (3)
Cilt: 31  Sayı: 3 - 2017
ORIGINAL ARTICLE
1.
ASTIMLI HASTALARDA TEDAVİ UYUMSUZLUĞU SIKLIĞI VE NEDENLERİ
THE FREQUENCY AND REASONS OF TREATMENT NONADHERENCE IN PATIENTS WITH ASTHMA
Seçil KEPİL ÖZDEMİR, Selcan ÖZGÜÇLÜ
Sayfalar 125 - 133
Amaç: Astım kontrolünün sağlanamamasının önemli nedenlerinden biri hastaların tedaviye uyumsuzluğudur. Bu çalışmada astımlı hastalarda tedavi uyumsuzluğu sıklığı ve nedenlerini araştırmak amaçlandı. Yöntem ve Gereç: Çalışmaya en az üç aydır astım tanısı olan ve düzenli kontrol edici tedavi önerilen 103 astımlı hasta alındı. Hastaların son üç ay içindeki tedavi uyumu hasta bildirimleri ve eczane kayıtları kullanılarak değerlendirildi. Hastanın alması gereken kontrol edici ilacın ?%80’ini alması durumu ‘‘tam uyum’’, <%80’ini alması ise ‘‘tedavi uyumsuzluğu’’ olarak sınıflandı. Tedavi uyumsuzluğu olması durumunda nedenler sorgulandı. Bulgular: Hasta bildirimine dayalı tedavi uyumsuzluğu sıklığı %47.6, eczane kayıtlarına dayalı tedavi uyumsuzluğu sıklığı %48.5 saptandı. Hasta bildirimleri ve eczane kayıtları birlikte değerlendirildiğinde tedavi uyumsuzluğu sıklığı %56.3 bulundu. En sık bildirilen tedavi uyumsuzluğu nedenleri ‘‘İlacımı almayı unutuyorum’’ (%43.1), ‘‘İlaç yan etkilerinden korkuyorum’’ (%39.7), ‘‘Düzenli ilaç kullanmam gerektiğini düşünmüyorum’’ (%29.3) idi. Tedavi uyumsuzluğu olan hastaların %75.9’unda bilinçli uyumsuzluk, %43.1’inde düzensiz uyumsuzluk, %22.4’ünde istemsiz uyumsuzluk saptandı. Ek atopik hastalık varlığı ve GINA kriterlerine göre tam kontrol oranları, tedavi uyumu iyi olan grupta, tedavi uyumsuzluğu olan gruba göre daha yüksek bulundu. Sonuç: Astım hastalarının yarısından fazlasında kontrol edici tedaviye uyumsuzluk mevcuttur. Tedavi uyumunun, hem hastaya sorularak hem de eczane kayıtlarının incelenmesi gibi objektif bir yöntemle değerlendirilmesi, tedavi uyumsuzluğunun saptanma oranlarını arttırmaktadır.
Aim: An important reason for poor asthma control is nonadherence to treatment. The aim of this study was to explore treatment nonadherence rates and reasons in patients with asthma. Material and Methods: The study included 103 patients with a diagnosis of asthma for at least three months, in whom regular controller treatment was recommended. Treatment adherence during the last three months was evaluated based on self-reports and pharmacy records. The status of receiving ?80% of the required controller medication was classified as ‘‘complete adherence’’, while receiving <80% was classified as ‘‘ treatment nonadherence’’. In case of nonadherence the reasons were questioned. Results: The frequency of treatment nonadherence based on patients self-reports and pharmacy records was 47.6% and 48.5%, respectively. When patients self-reports and pharmacy records were evaluated together, the frequency of treatment nonadherence was 56.3%. The most frequent reasons for treatment non-adherence were ‘‘I forget to take my medication’’ (43.1%), ‘‘I am afraid of medication side effects’’ (39.7%), and ‘‘I do not think that I should use regular medication’’ (29.3%). Intelligent nonadherence was detected in 75.9%, erratic nonadherence in 43.1%, and unwitting nonadherence in 22.4% of the nonadherent patients. Presence of atopic comorbid diseases and well control according to GINA criteria were more frequent in patients with good adherence compared to patients with nonadherence. Conclusion: More than half of the patients with asthma show treatment nonadherence. Assessment of treatment adherence both by asking the patient and by an objective method like examining pharmacy records increases detection rates of treatment nonadherence.

2.
PULMONER EMBOLİDE TROMBOLİTİK TEDAVİ VE KONVANSİYONEL TEDAVİ ETKİNLİĞİNİN 10. GÜNDE KARŞILAŞTIRILMASI
COMPARISON OF THROMBOLYTIC AND CONVANSIONAL TREATMENT EFFICIENCY IN PULMONARY EMBOLISM ON THE 10TH DAY OF TREATMENT
Gökhan AYKUN, Mükremin ER, Ayşegül KARALEZLİ, H.Canan HASANOĞLU
Sayfalar 135 - 144
Amaç: Trombolitik tedavinin hastaya sadece ilk birkaç gün fayda sağladığı, 1. haftadan sonra ise sadece antikoagülan tedavi alanların da benzer trombüs erime oranlarına sahip oldukları düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı trombolitik tedavinin 10. gününde hastaların klinik parametrelerine ve Pulmoner Arter BT Obstrüksiyon İndeksi açılma oranlarına etkisinin olup olmadığının araştırılmasıdır. Yöntem ve Gereç: Çalışmaya pulmoner tromboemboli tanısı konmuş 28 olgu alındı. Trombolitik tedavi verilmesinin uygun görüldüğü 15 hasta çalışma grubuna (grup 1), kalan 13 hasta ise konvansiyonel tedavi(antikoagülan tedavi) grubuna (grup 2) alındı. Tedavinin semptomların başlamasından sonraki ilk 14 günde başlandığı hastalardan trombolitik (r-TPA) verilenler grup 3, verilmeyenler grup 4 olarak planlandı. Çalışma grubundaki hastalara tanı konulduğu anda protokole göre trombolitik tedavi uygulandı ve ardından antikoagülan tedavi ile devam edildi. Kontrol grubundaki hastalara sadece antikoagülan tedavi verildi. Geliş sırasında ve 10. günde pulmoner BT anjiyografi, transtorasik ekokardiyografi, arteryel kan gazı çalışıldı. PABTOİ hesaplandı. Veriler tedaviden önce ve tedaviden sonra 10. günde gruplar arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Gruplar arasında başlangıç kriterlerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Grup 1’de 10. günde %52.8±25.5’lük açılma oranı elde edilirken, grup 2’de bu oran %42.5±20.0 olarak saptandı. Grup 3’de10. günde açılma oranı %58.4±24.5’e ulaşırken, grup 4‘de bu oran %42.2±22.2 bulundu. Tedavinin 10. gününde grup 3’deki hastalarda grup 4’e göre PO2, SaO2 ve PAB değerlerinde anlamlı düzelme bulundu (p<0.05). Sonuç: Sonuç olarak, pulmoner embolinin akut döneminde yararı bilinen trombolitik tedavinin, yalnız konvansiyonel antikoagülan verilen gruba göre daha iyi BT açılma oranları, AKG ve EKO bulgularının olması tedavinin 10. gününde bile yararlı olduğunu göstermiştir.
Aim: Benefit of thrombolytic therapy for the patients with pulmonary embolism is thought to be in only the first few days and it’s considered that after the first week anticoagulation therapy has similar rates of resolution. The purpose of the study is to investigate the effect of thrombolytic therapy on the patient's clinical parameters and Pulmonary Artery CT Obstruction Index opening rates on the tenth day. Material and Methods: In this study, 28 pulmonary embolism cases were investigated. Taken in to consideration clinical, radiographic, echocardiographic, biochemical findings, and contraindications to thrombolytic therapy, 15 patients enrolled to the thrombolytic therapy group (group 1) and the remaining 13 patients were included in the conventional therapy (group 2).Patients given thrombolytic therapy(r-TPA) in the first 14 days after pulmonary embolism was planned as group 3 and treated with anticoagulants only as group 4. Pulmonary CT angiography, transthoracic echocardiography (ECHO), arterial blood gasses were studied on admission and tenth day. PACTOI was calculated from pulmonary CT angiography. Results: Differences were insignificant between the groups for the initial criteria. Opening rate on the tenth day was 52.8%±25.5 in group 1 and 42.5%±20.0 in group 2. In patients of group 3 opening rate was 58.4%±24.5 on the tenth day, whereas in group 4 it was 42.2%±22.2. Significant improvements on PO2, SaO2 and PAP was seen in group 3 patients at the tenth day when compared with group 4 (p<0.05). Conclusion: As a conclusion it is shown that patients receiving thrombolytic therapy had better PACTOI and ABG and ECHO findings at the tenth day.

3.
KRONİK OBSTRÜKTİF AKCİĞER HASTALIĞINDA KOMORBİDİTE DURUMU
COMORBIDITY STATUS IN CHRONIC OBSTRUCTIVE PULMONARY DISEASE
Kadir SOYKÖK, Sulhattin ARSLAN, Yeltekin DEMİREL
Sayfalar 145 - 155
Amaç: KOAH‘da en sık görülen komorbiteler; iskelet kas anormallikleri, hipertansiyon, diabet, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, kanser, pulmoner vasküler hastalıklar ve serebro vasküler hastalıklardır. KOAH’ta en sık rastlanan komorbid hastalıkları tespit ederek, komorbit sıklığın KOAH ta cinsiyet, inflamasyon ve şidetlle olan ilşkisini araştırdık. Yöntem ve Gereç: Çalışmaya 179 KOAH hastası alındı. Hastaların solunum fonksiyon testi (SFT), arteryel kan gazı (AKG), C-reaktif protein (CRP), hemoglobin (Hgb), hemotokrit (Htc) ve ortalama eritrosit hacmi (MCV) değerleri kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması 64.51±11.04 idi. Hastaların %64.8’inde en az bir komorbidite vardı. Olgularda en sık görülen komorbiditeler (%60.9) hipertansiyon (HT), (%27.4) diyabet (DM), (%33) koroner arter hastalığı (KAH), (%20.1), konjestif kalp yetmezliği (KKY), (%8.4) serebro vasküler hastalık (SVH), (%19.6) depresyon, (%13.4) anemi, (%11.2) peptik ülser, (%15.6) gastro özefagial reflü (GÖR), (%3.4) akciğer kanseri, (%15.6) osteoporoz, (%8.9) obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS), (%4.5) kronik böbrek yetmezliği (KBY), (%9.5) periferik damar hastalığı (PDH), (%4.5) pulmoner hipertansiyon (PHT) idi. Sonuç: Sonuç olarak çalışmamızda en sık rastlanan komorbiditelerin hipertansiyon, koroner arter hastalığı ve diabet olduğu saptandı.
Aim: Comorbidities are common in COPD and they may have important effects on prognosis. The most frequent comorbidities in COPD including; musculoskletal abnormalities, hypertension, diabetes, heart failure, cancers and coronary artery, pulmonary vascular and cerebrovascular diseases. The aim of this study is to detect the most common comorbidities in COPD. To investigate the association of comorbid incidence with gender, inflammation, and severity of COPD Material and Methods: Our study has been conducted on 179 patients diagnosed with COPD, Comorbidities of patients were recorded through direct conversation with them and researching their folder retrospectively. Certain parameters of patients were recorded such as arterial blood gas (ABG), C-reactive protein (CRP), hemoglobin (Hgb), hematocrit (Hct) and mild cellular volume (MCV) through analyzing of their folders retrospectively. Results: Mean age was 64.51±11.04 and 64,8% of patients had at least one comorbidity. The most common comorbidities included hypertension (HT; 60,9%), diabetes (DM; 27,4%), coronary artery disease (CAD; 33%), congestive heart failure (CHF; 20, 1%), cerebrovascular disease (CVD; 8,4%), depression (19,6%), anemia (13,4%), peptic ulcer (11,2%), gastroesophageal reflux (GER; 15,6%), lung cancer (3,4%), osteoporosis (15,6%), obstructive sleep apnea hypopnea syndrome (8,9%), chronic renal failure (4,5%), peripheral vessel disease (PVD; 9,5%) and pulmonary hypertension (PHT: 4.5%). Conclusion: As a result, according to our study hypertension, coronary artery disease and diabetes have been considered as the most common comorbidities.

4.
EKSÜDA TRANSÜDA AYIRIMI PLEVRAL SIVI STANDART BİYOKİMYASAL PARAMETRELERİN ÖLÇÜMÜ İLE MÜMKÜN MÜDÜR?
IS IT POSSIBLE TO DIFFERENTIATE BETWEEN EXUDATE AND TRANSUDATE ONLY BY STANDARD BIOCHEMICAL PARAMETERS IN PLEURAL FLUID?
Ülkü AKA AKTÜRK, Dilek ERNAM, Nagihan DURMUŞ KOÇAK, Makbule Özlem AKBAY
Sayfalar 157 - 164
Amaç: Plevral sıvılar sık karşılaştığımız tanısal ve klinik bir problemdir. Tanı aşamasında ilk basamak eksuda transüda ayırımının yapılmasıdır.Bu çalışmada amacımız transüda eksüda ayırımında sadece plevral mayide bakılan biokimyasal parametrelerin kullanılabilirliğini değerlendirmektir. Yöntem ve Gereç: Hastane kayıtlarından 1 Mayıs 2013-1 Mart 2015 tarihleri arasında plevral sıvı analizi yapılan hastaların verilerine ulaşıldı. İleri tetkik ve invaziv işlemler sonucu son tanısı konanlar çalışmaya dahil edildi. Son tanılar esas alınarak eksuda transüda ayırımında plevral LDH total protein ve ADA için cut-off değerler belirlendi, sensitivite ve spesifiteleri hesaplandı.Light kriterleri ile karşılaştırıldı. Bulgular: Toplamda hastane kayıtlarından dahil edilme kriterlerine uyan 1433 hasta çalışmaya dahil edildi. Son tanıları esasa alındığında hastaların %75.1'i eksuda, %24.9'u ise transuda vasfında sıvıya sahipti. Plevral sıvı LDH için 171 IU/L ve protein için 3.2 g/L cut-off değer olarak ele alındığında eksuda vasfındaki sıvıları ayırt etmede sensitivite, spesifite, PPD ve NPD sırası ile 95.0%, 64.4%,88.9% and 81.0% olarak saptandı. Öte yandan Light kriterleri için eksuda tarnsüda ayırımında sensitivite, spesifite, PPD ve NPD sırası ile %96.0, %75.0, %92.0 and %85.9 olarak tespit edildi. Sonuç: Bu çalışmada eksuda transuda ayırımında belirli cut-off değerlerinde plevral LDH ve protein kombinasyonunun sensitivite ve spesifite değerlerinin Light kriterleri ile karşılaştırılabilir olduğu görülmüştür. Klinik pratikte eksuda transüda ayırımında laboratuar imkanlarının kısıtlı olduğu durumlarda daha kolay ve ucuz olması nedeniyle sadece plevral sıvı parametrelerinin kullanımı akılda tutulabilir.
Aim: The pleural fluid often presents diagnostic and clinical problems.The first step in the examination of pleural effusion is to differentiate between transudate and exudate.The aim of this study was to evaluate the clinical utility of standard pleural fluid parameters in the differentiation of transudative and exudative pleural effusion in tuberculosis endemic country. Material and methods: The records of patients who had pleural fluid analysis between 1 May 2013 and 1 March 2015 were electronically obtained.On the basis of the classification according to certain diagnosis after the careful evaluation of clinical data and diagnostic procedures, the cut-off values of pleural lactate dehydrogenease(LDH), total protein(TP) and adenosine deaminase(ADA) were determined. The sensitivity and spesifity of these parameters used in exudate-transudate differentiation were calculated and compared with Light’s criteria. Results: Totally 1433 precisely diagnosed patients with appropriate criteria were included in the study. On the basis of certain diagnosis 75.1% of them were exudate and 24.9% of them were transudate. When 171 IU/L was taken as the cut-off value of pleural LDH, the rates of sensitivity, specificity were 85% and over, while 3.2 g/L was taken as the cut-off value of the pleural total protein, the rates of sensitivity and spesifity were between 72 % - 85 %. The most appropriate combination parameters for clinical use were those of LDH at the level of 171 IU/L and total protein at the level of 3.2 g/L. In this combination; the sensitivity, specificity, PPV, NPV in determining the exudative fluids were determined as 95.0%, 64.4%, 88.9% and 81.0% respectively. On the basis of certain diagnosis, the sensitivity, specificity, PPV, NPV of Light’s critera in determining the exudative fluids were determined as 96.0%, 75.0%, 92.0 %, and 85.9 % respectively. Conclusion: In this study, the sensitivity and spesifity of pleural LDH and TP at certain cut-off values was found to be comparable with Light’s criteria in the exudate-transudate differentiation.In clinical practice, to use only pleural fluid parameters may be considered as easier and simple approach for the differentiation of exudate and transudate when the laboratory facilities are limited.

5.
AĞIR ALLERJİK ASTIMDA 1 YILLIK ANTİ-IGE (OMALİZUMAB) DENEYİMİMİZ
OUR ANTI-IGE (OMALIZUMAB) EXPERIENCE IN SEVERE ALLERGIC ASTHMA: 1ST YEAR EXPERIENCE
Ferda BİLGİR, Bilge ÖZDEMİR, Papatya DEĞİRMENCİ, Bahadır DEDE, Cengiz KIRMAZ
Sayfalar 165 - 172
Amaç: Standart tedavilere yanıtsız orta ve ağır alerjik astımda anti IgE (Omalizumab) tedavisinin etkili ve yararlı olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada omalizumab tedavisi uyguladığımız alerjik astımlı hastalarımızın verilerinin paylaşılması amaçlandı. Yöntem ve Gereç: Kliniğimizde omalizumab tedavisi uygulanan ağır alerjik astımlı 23 hastanın dosya kayıtları ve bilgi formları retrospektif olarak incelendi. Allerjen duyarlılığı deri prik testi ile saptandı. Omalizumab tedavisi öncesi ve tedavinin 1.yılı sonundaki serum total IgE, Astım Kontrol Testi, kullanılan ilaç sayısı, acil başvurusu, FEV1, FEV1/FVC değerleri karşılaştırıldı. Bulgular: Yaş ortalaması 45.78±10.71 yıl, hastalık süresi ortalaması 13.69±9.04 yıl olan 23 hastanın %69.6’sı kadın (n=16) idi. Astıma ek olarak hastaların %65.2’sinde alerjik rinit, %34.8’inde ürtiker, %13’ünde ilaç allerjisi, %8.7’sinde gıda allerjisi, %4.3’ünde latex allerjisi vardı. Ev tozu akarı duyarlılığı %78.3, ev tozu akarı + diğer inhalan allerjen duyarlılığı %21.7 idi. Omalizumab tedavisinin 1.yılı sonunda kullanılan astım ilaçları sayısında, acil başvurusunda, serum total IgE ve FEV1/FVC’de azalma (P<0.05), astım kontrol testi puanlarında artma (P<0.05) saptandı. Sonuç: Hastalarımızda omalizumab tedavisinin etkili ve güvenli olduğu, iyi tolere edildiği görüldü. Standart tedavilerle kontrol sağlanamayan ağır alerjik astımlı hastalarda omalizumab tedavisinin yararlı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: Anti-IgE (omalizumab) therapy is known to be effective and useful in moderate to severe allergic asthma without response to standard treatments. This study aimed to share the data of our allergic asthmatic patients with omalizumab treatment. Material and Methods: The records and data sheets of 23 patients with severe allergic asthma who underwent omalizumab treatment were retrospectively reviewed in our clinic. Sensitivity to allergen was detected by skin prick test. Serum total IgE, Astma Control Test, number of medications used, urgent admission, FEV1, FEV1 / FVC values were compared before and after omalizumab treatment. Results: The mean age was 45.78 ± 10.71 years and the mean time of ilness of the patients were 13.69 ± 9.04 years. Of the 23 patients, 69.6% were female (n = 16). In addition to asthma, 65.2% of patients had allergic rhinitis, 34.8% had urticaria, 13% had drug allergy, 8.7% had food allergy, and 4.3% had latex allergies. House dust mite sensitivities were 78.3%, house dust mite + other inhaled allergen sensitivities were 21.7%. The number of asthma medications, serum total IgE and FEV1 / FVC decreased (P <0.05) and asthma control test scores increased (P <0.05) at the end of the 1st year of omalizumab treatment. Conclusion: It has been shown that omalizumab treatment is effective and safe and well tolerated in our patients. We think that omalizumab treatment is useful in patients with severe allergic asthma who can not be controlled by standard treatments.

6.
PNÖMONİK TIP ADENOKARSİNOM: HER İKİ AKCİĞERDE HAVA BRONKOGRAMLARI İÇEREN KONSOLİDE ALANLAR
PNEUMONIC TYPE OF ADENOCARCINOMA: CONSOLIDATED AREAS WITH AIR BRONCHOGRAMS IN BOTH LUNGS
Hıdır ESME
Sayfalar 173 - 180
Radyolojik olarak pulmoner adenokarsinoma sıklıkla soliter nodül şeklinde ortaya çıkar. Bununla birlikte pnömoniden ayırt edilemeyen sıklıkla hava bronkogramları ile birlikte yama tarzında, lober veya multilober infiltrasyon şeklinde de görülebilir. Pnömonik tip adenokarsinoma radyolojik ve klinik olarak sadece pnömoniye benzemez, aynı zamanda hipersensivite pnömonileri, bronşiolitis obliterans ve çeşitli vasküler hastalıklar gibi enfeksiyöz olmayan inflamatuar proçeslere de benzeyebilir. Ateş ve lokositozun yokluğu enfeksiyöz pnömonin tanısı hakkında şüphe uyandırmalıdır. Ampirik antibyotik tedavisi ve klinik bulguların yeniden değerlendirilmesi kabul edilir bir yaklaşımdır. Multilobar konsolidasyonlar değişmediğinde veya progrese olduğunda adenokarsinoma akılda tutulmalıdır. Bununla birlikte biyopsi veya sitolojik inceleme diğer etyolojileri ekarte etmekte ve malignite tanısını koymakta tek yoldur. Bundan dolayı perkutan transtorasik biyopsi veya pulmoner wedge rezeksiyon antibyotik tedavisine cevap vermeyen hastalarda düşünülmelidir. Bu yazıda pnömonik tip adenkarsinom olgularına dikkat çekmek amacıyla adenokarsinomanın yeni sınıflaması ve radyolojik formları, olgularımız ve literatür eşliğinde sunuldu.ı
Radiographically, pulmonary adenocarcinoma often presents as a solitary nodule. However, a radiograph may also demonstrate patchy, lobar, or multilobar infiltrates, often with air bronchograms that are indistinguishable from pneumonia. Pneumonic tip adenocarcinoma may radiographically and clinically resemble not only pneumonia, but also noninfectious inflammatory processes of the lung, including hypersensitivity pneumonitis, bronchiolitis obliterans, and various vasculitic processes. Lack of fever and leukocytosis should raise suspicion about a diagnosis of infectious pneumonia. An empirical trial of antibiotics and reassessment of clinical findings is a reasonable approach. Adenocarcinoma should be kept in mind when multilobar consolidations are unchanged or progresed. However, biopsy or cytologic examination is the only means of ruling in a diagnosis of malignancy and ruling out other etiologies. Thus percutan transthoracic biopsy or pulmoner wedge resection should always be considered when patients do not respond to antibiotics. In this article, new classification and radiological forms of adenocarcinoma were presented in the light of our cases and the literature to draw attention to the cases of pneumonic type adenocarcinomas.

7.
GÖĞÜS CERRAHİSİ KLİNİĞİNDE BİR EKSTRAMEDÜLLER HEMATOPEZ
A CASE OF EXTRAMEDULLARY HEMATOPOIESIS IN A THORACIC SURGERY CLINIC
Tuba ACAR, Şeyda KAYA ÖRS, Özgür SAMANCILAR, Alev Gülşah HACAR, Kenan Can CEYLAN
Sayfalar 181 - 183
Ekstramedüller hematopez kemik iliği dışında kan hücrelerinin üretimi olup, talasemi, orak hücreli anemi, myelofibrozis, herediter sferositoz gibi hemoliz ile karakterize hematolojik hastalıklarda kompansatuar bir mekanizma olarak görülebilir. İntratorasik ekstramedüller hematopoez nadir görülen bir durumdur. Bu çalışmada, talasemi intermedia nedeni ile hematoloji kliniği tarafından izlenen ve takibinde posterior mediastende kitle saptanarak kliniğimize yönlendirilen, transtorasik ince iğne biyopsisi ile ekstramedüller hematopoez tanısı alan 22 yaşındaki kadın hasta sunulmaktadır. Hasta talasemi intermedia nedeni ile hematoloji kliniği tarafından takip altında idi. Olguya 8 yıl önce splenektomi yapılmıştı. Fizik muayenede anemik görünüm dışında bir özellik saptanmadı. Total bilirubin 3.08 mg/dl, direkt bilirübin: 0.58 mg/dl idi. Toraks BT ve toraks MR ‘da sağ paravertebral alanda düzgün konturlu, oval şekilde kitlesel lezyon izlendi. Olgunun talasemi intermedia öyküsü olması sebebi ile bu lezyonun ekstramedüller hematopoez olabileceği düşünüldü. Ekstramedüller hematopoezden kuşkulanarak transtorasik ince iğne biyopsisi yapıldı. Patolojik incelemede dev megakaryositler görüldü. Tanı ekstramedüller hematopoez olarak bildirildi. Bunun üzerine bir cerrahi girişim düşünülmeyen hasta hematoloji kliniği takibine bırakıldı.
Extramedullary hematopoesis is the production of blood cells at a location rather than the bone marrow and can be seen as a compansatory mechanism during the hematologic diseases that are characterized with hemolysis, such as thalassemia, sickle cell disease, myelofibrosis and hereditary spherocytosis. Intrathoracic extramedullary hematopoisesis is a rare condition. In this study, 22-year-old female thalassemia intermedia patient who was referred to our clinic with a posterior mediastinal mass and diagnosed as a extramedullary hematopoiesis by transthorasic fine-needle aspiration biopsy is presented.

8.
MALİGN KİTLEYİ TAKLİT EDEN PULMONER AKTİNOMİKOZ: OLGU SUNUMU
PULMONARY ACTINOMYCOSIS MIMICKING MALIGNANT MASS: CASE REPORT
Mustafa Buğra, Savaş Sedat, Atila
Sayfalar 185 - 188
Pulmoner aktinomikozis, aktinomiçes türlerinin neden olduğu akciğerde kitle saptanan nadir durumlardan biridir. Nonspesifik klinik ve radyolojik bulguları olması nedeni ile tanı konulmasında güçlük yaşanmakta birçok olgu malignite ön tanısı ile gereksiz cerrahiye gitmektedir. 38 yaş kadın hasta son 1 aydır devam eden öksürük, öksürükle birlikte pembe renkte balgam ve sırt ağrısı şikâyeti ile başvurdu. hastaya bronkoskopi ve EBUS yapıldı. Sonuç alınamadığından hasta operasyona verildi. Sağ üst lobektomi sonrası pulmoner aktinomikoz tanısı konuldu.
Pulmonary actinomycosis is one of the rare cases in which a mass in the lung is detected and the case is caused by kinds of actinomycetes. The diagnosis is difficult because of the presence of nonspecific clinical and radiological findings, and many cases result in unnecessary surgery with malignancy pre-diagnosis. A 38-year-old woman applied doctor for continuous coughing, coughing with pink mucous and back pain complications for the last month. Bronchoscopy and EBUS were performed on the patient. Since no results were obtained, the patient was operated on. Pulmonary actinomycosis was diagnosed after an upper right lobectomy.

9.
KONJENİTAL LOBER AMFİZEM-OLGU SUNUMU
CONGENITAL LOBAR EMPHYSEMA-CASE PRESENTATION
Saadet AKKUŞ, Elif TORUN PARMAKSIZ, Banu MUSAFFA SALEPCİ, Sevda Şener CÖMERT, Hatice ERYİĞİT
Sayfalar 189 - 191
Konjenital lober amfizem (KLA) etiyolojisi tam olarak bilinmeyen, alt solunum yollarının hiperiflasyonu ile karakterize gelişimsel bir anomalidir. Genellikle çocukluk çağında tanınan bu nadir patolojiyi, erişkin yaşta ortaya çıkan bir olgu ile sunmayı amaçladık. Sırt ağrısı ve dispne şikayetleriyle başvuran 28 yaşında erkek hasta sol akciğer alt lobda lokalize havalanma artışı izlenmesi üzerine ileri tetkik edildi. Dinamik bilgisayarlı tomografi KLA ve bronşial atrezi ile uyumlu olarak değerlendirildi. Hasta KLA ön tanısı ile göğüs cerrahisine yönlendirildi ve torakaskopik wedge rezeksiyon uygulandı. Nadir görülen bir hastalık olan KLA’nın erişkin yaşta tanı alması ise çok daha nadir görülen bir durumdur.
Congenital lobar emphysema(CLE) is a congenital abnormality with an unknown ethiology characterized by hyperinflation of lower respiratory tract. It is an unfrequent rare clinical condition, often recognised during early childhood. We aimed to present a rare adulthood presentation. A 28-year-old male patient presented with back pain and dyspnea. Further clinical investigation was undertaken due to localised hyperinflation in left lower lobe. Dynamic computed tomography results were consistent with CLE and bronchial atresia. The patient underwent thoracoscopic wedge resection. CLA is a rare clinical condition, diagnosis during adult ages is even rarer.

10.
SCİMİTAR SENDROMU
SCIMITAR SYNDROME
Seda Beyhan SAĞMEN, Coşkun DOĞAN, Sevda CÖMERT, Elif TORUN PARMAKSIZ, Banu SALEPÇİ, Ali FİDAN
Sayfalar 193 - 196
Scimitar sendromu sağ pulmoner venin, vena cava inferior veya sağ atriuma açılmasıyla karakterize nadir görülen bir pulmoner venöz dönüş anomalisidir. Sağ akciğer hipoplazisi, pulmoner sekestrasyon, atriyal septal defekt (ASD) ve kalbin dextropozisyonu eşlik eden diğer anomalilerdir. Olgu: 36 yasında bayan hasta halsizlik ve nefes darlığında 2 aydır artma şikayetiyle göğüs hastalıkları polikliniğimize başvurdu. Hastanın çocukluk çağından beri birkaç kez öksürük ve nefes darlığı ile hastaneye basvurusu olduğu öğrenildi. Hastanın başvurusunda yapılan fizik muayenesinde akciğer ve kalp sesleri normal olarak değerlendirildi. Çekilen akciğer filminde sağ akciğer parakardiyak alanda opasite artışı görüldü. Bilgisayarlı tomografik anjiyografide (BT anjografi) sağ alt ve üst pulmoner venlerin doğrudan hepatik ven- inferior vena cava düzeyine açıldığı görüldü. Olgu radyolojik olarak Scimitar Sendromu olarak tanı aldı. Nadir görülen bir pulmoner venöz dönüş anomalisi olması nedeniyle literatür eşliğinde sunuldu.
Scimitar Syndrome is a rare congenital disorder that is characterised by an anomalous connection of the pulmonary vein with the inferior vena cava. The other components of the syndrome include hypoplasia of the right lung, hypoplasia of the right pulmonary artery, pulmonary sequestration, dextrocardia, atrial septal defect (ASD). A 36 years old woman suffering from weakness and shortness of breath was admitted in our clinic. It has been learned that the patient has been referred to the hospital with coughing and shortness of breath several times since childhood. Physical examination was normal. The chest radiograh demonstrated increased opacity along the right paracardiac area. Computed tomography angiography (CT angiography) was evaluated. It was detected that the right pulmonary veins drained in to the inferior vena cava named as Scimitar Syndrome. This case was presented with the review of literature.

11.
DİFFÜZPARANKİMAL AKCİĞER HASTALIĞINI TAKLİT EDEN ADENOKARSİNOM OLGUSU
AN UNUSUAL CASE OF ADENOCARCINOMA OF THE LUNG PRESENTING LIKE DIFFUSE PARENCHYMAL LUNG DISEASE
Nafiye YILMAZ, Elif YILMAZEL UÇAR, Ömer ARAZ, Adem KARAMAN, Metin AKGÜN
Sayfalar 197 - 199
Adenokarsinom tüm akciğer kanserlerinin yaklaşık yarısını oluşturan, küçük hücreli dışı akciğer kanserinin de majör histopatolojik alt tipidir. 59 yaşında erkek hasta ilerleyici dispne ve nonproduktif öksürük şikâyetiyle başvurdu. Hasta sigara kullanmamış ve fizik muayenesi normal idi. Akciğer röntgeninde iki taraflı nodüler opasiteler ve akciğer tomografisinde multiple nekrobiyotik nodüller izlendi. Diffüz parankimal akciğer hastalığı veya pulmoner enfeksiyon şüphesi ile hastaya bronkoskopi yapıldı. Transbronşiyal biyopsi sonucu papiller adenokarsinom olarak geldi. Hasta klinik olarak evre 4 olduğu için kemoterapi uygulandı. Adenokarsinom alt tipleri nadir durumlarda atipik radyolojik ve klinik seyir gösterebilir. Akciğer adenokarsinomu radyolojik olarak buzlu cam dansitesi ve multiple nekrobiyotik nodüller şeklinde görülebilir.
Adenocarcinoma is one of the major histopathological types of non-small-cell lung cancer, accounting for almost half of all lung cancers. A 59-year-old male was admitted to the hospital with complaints of progressive dyspnea and non-productive cough. He was non-smoker and physical examination found normal. A chest Xray showed bilateral nodular opacities and chest computed tomography (CT) scan revealed multiple necrobiotic nodules. The patient underwent bronchoscopy with the suspicion of diffuse parenchymal lung disease or infectious disease. The patient underwent bronchoscopy with the suspicion of diffuse parenchymal lung disease or infectious disease. Transbronchial biopsy (TBB) revealed a papillary predominant adenocarcinoma. His clinical stage was stage IV and the patient was given chemotherapy. Adenocarcinoma subtypes might present with atypical radiological and clinical course on rare occasions. Lung adenocarcinoma might present as ground glass opacity and multiple necrobiotic nodules radiologically.

LookUs & Online Makale