ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 17 (1)
Cilt: 17  Sayı: 1 - 2003
ORIGINAL ARTICLE
1.
İZMİR BALÇOVA VEREM SAVAŞ DİSPANSERİNDE 1998- 2001 YILLARI ARASINDA İZLENEN EKSTRAPULMONER TÜBERKÜLOZLU OLGULARIN GENEL ÖZELLİKLERİ
COMMON CHARACTERISTICS OF PATIENTS FOLLOWED AT BALÇOVA TUBERCULOSIS DISPENSARY WITH EXTRAPULMONARY TUBERCULOSIS CASES BETWEEN 1998-2001
Yasemin YILDIRIM, Gül Hatice DEMİR
Sayfalar 1 - 6
Mycobacterium tuberculosis enfeksiyonu bütün doku ve organları etkileyerek hastalık oluşturabilir ve farklı klinik bulgular verebilir. 1998-2001 yılları arasında İzmir Balçova Verem Savaş Dispanserine başvuran ekstrapulmoner tüberküloz (EPT) olgularının genel özelliklerinin belirlenmesi için retrospektif bir çalışma yapıldı. Aynı dönemde kayıtlı toplam 345 olgu arasında 74 (%21.44) EPT olgusu bulundu. Kırkdört olgu (%59.45) erkek ve 30 olgu (%40.55) kadındı. Yaş ortalaması 37.51 idi. Hastalığın 41 olguda (%55.5) plevrada, 18 olguda (%24.3) lenf nodlarında, 5 olguda (%6.7) genitoüriner sistemde (GÜS), 2 olguda (%2.7) kardiyovasküler sistemde (KVS), 1 olguda (%1.3) santral sinir sisteminde (SSS), 1 olguda (%1.3) iskelet sisteminde, 1 olguda (%1.3) üst solunum yollarında (ÜSY) yerleştiği görüldü. Ekstrapulmoner tüberkülozun nadir bir hastalık olmadığı ve subfebril ateş, gece terlemesi ve halsizlik gibi kronik hastalık bulgularının tüberkülozu akla getirmesi gerektiği sonucuna varıldı.
Mycobacterium tuberculosis infection may cause a disease which effects all tissues and organs and clinical findings may differ in a wide range. We aimed to investigate retrospectively general features of EPT cases who are admitted to Balçova Tuberculosis Dispensary between 1998 and 2001. Among a total of 345 cases there were 74 (%21.44) EPT cases, 44 (%59.45) of then were male and 30 (%40.55) of then were female with an average age of 37.5. Disease localization were pleura in 41 (%55.5), lymph nodes in 18 (%24.3), gastrointestinal system in 5 (%6.7), genitourinary system in 5 (%6.7), cardiovascular system in 2 (%2.7), central nervous system in 1 (%1.3), skeletal system in 1 (%1.3) and upper airway in 1 (%1.3) cases. In conclusion, EPT is not a rare disease and chronic symptom such as subfebrile fever, night sweat and malaise should remind us of tuberculosis diagnosis.

2.
ASTIM VE KOAH AKUT ATAKLARINDA ELEKTROLİT DENGESİZLİKLERİ
ELECTROLYTE DISTURBANCES IN EXACERBATIONS OF ASTHMA AND COPD
Uğur GÖNLÜGÜR, İnan ERDOĞAN, Levent ÖZDEMİR, İbrahim AKKURT, Ahmet AKER
Sayfalar 7 - 10
Obstrüktif akciğer hastalıklarının seyrinde elektrolit dengesizliği meydana gelebilmektedir. Bu dengesizlikler havayolu disfonksiyonuna veya solunum kas zayıflığına neden olabilmektedir. Çalışmamızda astım ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) akut ataklarında elektrolit profillerini araştırdık. KOAH akut atağı ve solunum yetmezliği olan 35 olgu, astım atağı olan 27 olgu ve pulmoner semptom tanımlamayan enfeksiyon bulgusu olmayan 15 kontrol olgusu çalışmaya dahil edildi. Hastaneye yattıktan sonraki 24 saat içinde sodyum, potasyum, klor, fosfor, magnezyum, arter kanı pH, total ve iyonize kalsiyum, total protein ve albümin düzeyleri ölçüldü. Astım atak olgularının kontrol olgularından daha düşük albümin ve total protein düzeyleri vardı (p<0.01). KOAH'lı olgular astımlılardan daha düşük pH ve magnezyum ancak daha yüksek iyonize kalsiyum düzeylerine sahiptiler (p<0.01). Tüm grupta pH ile serum magnezyum düzeyleri arasında pozitif korelasyon vardı (p<0.01). Astımlı olgulardaki azalmış albumin düzeyi ileri yaşa, akut faz yanıtına veya bronşlardaki artmış vasküler permeabiliteye; KOAH'lı olgulardaki düşük magnezyum, yüksek iyonize kalsiyum düzeyleri ise solunumsal asidoza bağlı olabilir.
Electrolyte disturbances can occur in the course of obstructive lung diseases. These anomalies can cause airway dysfunction or respiratory muscle weakness. We investigated electrolyte profiles in asthma attacks and chronic obstructive pulmonary disease (COPD) exacerbations in our study. 35 patients with COPD exacerbations with respiratory failure, 27 patients with asthma attack, and 15 control patients with no infectious findings and pulmonary symptoms included the study. Sodium, potassium, chloride, phosphorus, magnesium, total and ionized calcium, arterial blood pH, total protein, albumin levels were measured within the 24 hours after hospitalization. The patients with asthma attack had lower total protein and albumin levels than controls (p<0.01). The patients with COPD had lower pH and magnesium levels but higher ionized calcium levels than asthmatics (p<0.01). There was positive correlation between pH and serum magnesium levels in the entire group (p<0.01). Lower levels of albumin in patients with asthma may be due to higher age, acute phase response or increase of vascular permeability in bronchi and lower levels of magnesium and higher levels of ionized calcium to respiratory acidosis in COPD patients.

3.
AKCİĞER KANSERLİ OLGULARDA SERUM LİPİD PROFİLİ
SERUM LIPID PROFILE IN CASES WITH LUNG CANCER
Cem HASSOY, Ahmet E. ERBAYCU, Aydan ÇAKAN, Ayşe ÖZSÖZ, Filiz HEKİMGİL
Sayfalar 11 - 18
Çalışmamızda, akciğer kanser (AK)'li olgularda lipid profili değişikliklerini incelemeyi, histopatolojik tip ve evreyle serum lipid düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymayı amaçladık. Çalışma grubuna AK tanısı alan, herhangi bir tedavi almamış 68 erkek, 28 kadın, toplam 96 olgu, kontrol grubuna cinsiyet ve yaşça uyumlu 50 sağlıklı erişkin alındı. Olguların serum total kolesterol (KS), trigliserid (Trg), HDL, LDL ve VLDL düzeyleri ölçüldü. Serum total KS çalışma grubunda 176,5 mg/dl, kontrol grubunda 195,8 mg/dl idi (p: 0.007). Serum LDL çalışma grubunda 110,3 mg/dl, ve kontrol grubunda 123,1 mg/dl idi (p: 0.036). Diğer lipid düzeyleri iki grup arasında farklı değildi. Akciğer kanseri histopatolojik tipleri arasında lipid düzeyleri farklılık göstermedi. Evre-III B'de total KS (p: 0.000), LDL (p: 0.000), Trg (p: 0.049) ve VLDL (p:0.029) düzeyleri kontrol grubuna göre daha düşük bulundu. Sınırlı evre KHAK olgular ında Trg (p: 0.009) ve VLDL (p:0.009) düzeyleri, yaygın evreye göre daha düşük idi. Sigara içmeyen AK'li olgularda serum total KS (p: 0.03) ve Trg (p: 0.003) düzeyleri sigara içenlere göre belirgin şekilde düşük bulundu. Sigara kullanım süresi, metastaz yeri veya metastaz olup olmamasına göre serum lipid düzeyleri farklılık göstermedi. Çalışmamızda; akciğer kanseri histopatolojik tipleri, sigara kullanım süresi, metastaz yeri, metastaz varlığına göre serum lipid düzeylerinin farklılık göstermediğini, Evre-III B KHDAK'li olgularda total KS, LDL, Trg ve VLDL; sınırlı evre KHAK'li olgularda Trg ve VLDL düzeylerinin daha düşük olduğunu tespit ettik. Akciğer kanserli olgularda tanı anında, total KS ve LDL düzeylerini belirgin şekilde düşük bulduk. Çok basit yöntemlerle ölçülebilen serum lipidi düşük düzeylerinin akciğer kanseri şüphesi olan olgularda dikkat çekici olduğunu düşünmekteyiz.
In our study, we aimed to examine the lipid profile changes in cases with lung cancer (LC) and define the relationship between histopathologic types, stage and serum lipid levels. Sixty eight men and 28 women, totally 96 cases of LC and who did not have any treatment were included in the study group; and 50 healthy adults with similar sex and age were included in control group. Serum total cholesterol (CS), trigliceride (Trg), HDL, LDL and VLDL levels were measured. Serum total CS was 176,5 mg/dl in the study group and 195,8 mg/dl in control group (p: 0.007). Serum LDL was 110,3 mg/dl in the study group and 123,1 mg/dl (p: 0.036) in control group. Other lipid levels were not different between two groups. Lipid levels did not differ in histopathologic types of LC. Total CS (p: 0.000), Trg (p: 0.0049), LDL (p: 0.000) and VLDL (p: 0.029) levels in stage-III B NSCLC were significantly lower than the other stages. In limited stage SCLC, Trg (p:0.009) and VLDL (p: 0.009) levels were lower than extensive disease. In nonsmoker cases with LC; serum total CS (p: 0.03) and Trg (p: 0.003) levels were significantly lower than smokers. Serum lipid levels did not differ according to period of cigarette smoking, localization of methastases or presence of methastases. In our study; we revealed that serum lipid levels did not differ according to histopathologic types of LC, duration of smoking, and localization or presence of methastases, and total CS, LDL, Trg and VLDL levels in stage-III B NSCLC were significantly lower than other stages. In limited stage SCLC; Trg and VLDL levels were lower than extensive disease . We found significantly lower total CS and LDL levels, in the initial diagnosis period of cases with LC. We think that lower levels of serum lipids measured via very simple methods, draws attention to the cases with suspect of LC.

4.
MALİGN PLEVRAL MEZOTELYOMADA KOMBİNE (MULTİMODALİTE) TEDAVİ
MULTIMODALITY THERAPY FOR MALIGNANT PLEURAL MESOTHELIOMA
Alpay ÖRKİ, Murat KELEŞ, Şenol ÜREK, Hakan KIRAL, Altuğ KOŞAR, Kemal TEMÜRTÜRKAN, Canan Ş. DUDU, Bülent ARMAN
Sayfalar 19 - 28
Malign plevral mezotelyoma plevranın primer tümörü olup oldukça agresif seyreden ve tedavi edilmeyen olgularda ortalama sağ kalımın 4-8 ay gibi kısa olduğu bir hastalıktır. Tek başına hiçbir tedavi seçeneğinin sağ kalımı uzatmadığı bilinen malign plevral mezotelyomada en sık kabul gören tedavi yaklaşımı multimodalite tedavisidir. Merkezimizde 1996-2002 yılları arasında opere ettiğimiz ve adjuvan kemo-radyoterapi uyguladığımız epitelyal tip Evre I-II 26 hastayı çalışmamıza aldık. Sekizi kadın, 18 erkek olan hastalarımızın yaş ortalaması 49.4 (30-65) idi. Hastalık 15 olguda sağ, 11 olguda sol hemitoraksta yerleşim göstermekteydi. On dört (%53.8) hastada asbest teması mevcuttu. En sık karşılaşılan semptomlar nefes darlığı (%73) ve göğüs ağrısı (%65) idi. Tüm hastalarımıza tanı ve evreleme amaçlı videoyard ımlı torakoskopik cerrahi uygulandı. Hastalar International Mesothelioma Interest Group (IMIG) evreleme sistemine göre evrelendi. Buna göre Evre Ib ve II'deki 11 hastaya ekstraplevral pnömonektomi (Grup I), Evre Ia ve Ib deki 15 olguya plörektomi/dekortikasyon (Grup II) yapıldı. Çalışmamızın mortalitesi %3.8 (1/26) idi ve yalnız bir hastada majör komplikasyon (bronkoplevral fistül) gözlendi. Postoperatif dönemde adjuvan kemoradyoterapi uygulandı. Kemoterapötik ajan olarak Epirubisin 80 mg/m2 + Siklofosfamid 600 mg/m2 tek gün 6 kür olarak kullanıldı. Radyote-rapi dozu ise yapılan ameliyata göre ayarlandı. Grup I'de ortalama sağ kalım 24 ay, 2 yıllık sağ kalım %60, 5 yılık sağ kalım %40; Grup II'de ortalama sağ kalım 19 ay, 2 yıllık sağ kalım %46 ve 5 yıllık sağ kalım %33 olarak hesaplandı. Buna göre ortalama, 2 ve 5 yıllık sağ kalımlar açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0.65). Sonuç olarak cerrahi, kemoterapi ve radyoterapiden ibaret olan multimodalite tedavi hastalığın lokal kontrolünde ve sağ kalımın uzatılmasında en etkili tedavi yöntemi olmaktadır.
Malignant pleural mesothelioma is primary tumor of the pleura which has agressive behavior and poor prognosis with a median survival ranging from 4 to 8 months for untreated cases. Single modality treatment for malignant pleural mesothelioma, whether chemotherapy, radiation therapy, or surgery is not able to prolong life by more than several months. For that reason, multimodality therapy has been currently prefered in many clinics. This study included 26 patients with epithelial type of mesothelioma (Stage-I-II) which were operated in our center and received adjuvant chemo-radiotherapy between 1996 and 2002. There were 18 men and 8 women with a mean age 49.4 years (ranged from 30 to 65). The disease was on the right side in 15 cases, and left side in 11. The asbestos exposure was present in 14 (53.8%) patients. The most common symptoms were dyspnea (73%), chest pain (65%). All patients underwent video-asisted thoracoscopic surgery (VATS) for diagnosis and staging. The International Mesothelioma Interest Group (IMIG) staging system was used to determine T and N status and tumor stage in all of our patients. Extrapleural pneumonectomy (EPP) (Group I) was performed in 11 patients with stage Ib and II mesothelioma and Pleurectomy/Decortication (P/D) (Group II) was performed in 15 patients in stage Ia and Ib. The mortality rate was %3.8 (1/26). The major complication (Broncopleural fistula) occured only one patient in Group I. The median survival was 24 months; 2-year and 5-year survival were 60% and 40% respectively in Group I. The median survival was 19 months 2-year and 5-year survival were 46% and 35% respectively for Group II. There was no significant differance statistificaly Group I and Group II in regarding to median survival, 2-year and 5-year survival (p=0.65) In conclusion, multimodality therapy including surgery, chemotherapy, radiation therapy is the most effective treatment in the locoregional control of disease and to improve survival rates of malignant pleural mesothelioma.

5.
IMMUNOTERAPİ SONRASINDA ANAFİLAKSİ GELİŞEN BİR OLGU SUNUMU
A CASE REPORT: ANAPHYLAXIS AFTER IMMUNOTHERAPY INJECTION
Suna KÖSE, Canan Şule TURGUT, Özkan KARAMAN, Dilek TEZCAN, Nevin UZUNER
Sayfalar 29 - 32
Ümmunoterapi çocukluk yaş grubunda allerjik rinit ve bronşiyal astımlı seçilmiş hastalarda uygulanmaktadır. Allerjen immunoterapisinin en önemli riski sistemik anafilaktik reaksiyon gelişmesidir. Bu nedenle immunoterapi enjeksiyonları anafilaksi önlemleri alınarak deneyimli klinisyenler tarafından uygulanmalıdır. Bu konuya dikkat çekmek amacıyla Olea europaya karşı immunoterapi yapılan tedavinin 7. ayında immunoterapi enjeksiyonu sonrası anafilaksi gelişen 8 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur.
Immunotherapy can be used in selected patients in the childhood extrinsic asthma and allergic rhinitis. The major risk of allergen immunotherapy is the development of systemic anaphylactic reactions. Therefore, immunotherapy must be performed by experienced clinicians after taking preventive care for anaphylaxis. We present an 8 year old male patient who developed anaphylaxis against Olea europea immunotherapy in the seventh month of treatment to raise awareness of this subject.

6.
ALT SOLUNUM YOLU İNFEKSİYONLARININ TANISINDA MİKROBİYOLOJİK TESTLER
MICROBIOLOGIC TESTS IN THE DIAGNOSIS OF LOWER RESPIRATORY TRACT INFECTIONS
Güneş ŞENOL
Sayfalar 33 - 44
Alt solunum yolu infeksiyonlarının (ASYİ), özellikle pnömoninin tanısının konması acil bir problem olduğu için, laboratuvarlar bu tanılarda eskiye göre büyük ve önemli gelişmeler ortaya koymuşlardır. Bir çok yeni test kullanıma girmiş ve rutinde olan bir çok test ise geliştirilmiştir. Mikrobiyolojik testler kesin tanı koymak için genellikle yararlı olmakla beraber, uygun örnek seçimi ve uygulama zamanı testlerin verimliliğini etkiler. ASYİ tanısında olduğu kadar, tedaviye yanıtın izlenmesinde de mikrobiyolojik testlerin büyük önemi vardır. İnflamatuvar reaksiyonun izlenmesi ve mikrobiyolojik eradikasyonun gösterilebilmesi sonucun daha objektif olarak değerlendirilebilmesini sağlar. Hangi hastadan, hangi durumda, hangi testin yapılması gerektiğinin bilinmesi testlerin etkinliğini arttıracaktır. Bazı testlerin değerlendirilmesi ise özel bir bilgi ve deneyim gerektirir.
Because the diagnosis of lower respiratory tract infections, primarily pneumonia has become urgent problem, laboratories have made significant strides in establishing some of these diagnoses more expeditiously than in the past. Lots of new tests has come into usage and some routin tests has developed. Microbiologic tests have great importance in diagnosis and following the response to therapy in lower respiratory diseases. Following inflamatuar reaction and showing microbiologic eradication would allow to evaluate results more objectively. Selection the appropriate sample and application time affects the yield of the tests although the microbiologic tests are generally useful for definite diagnosis. Recognizing which tests should be performed in which patients and situations will improve the effectiveness of the tests. Special information and experience is required for evaluation of some tests.

7.
RİFAMPİSİN VE HEPATOTOKSİSİTE
RIFAMPICIN AND HEPATOTOXICITY
Uğur GÖNLÜGÜR, İbrahim AKKURT
Sayfalar 45 - 50
Safraya yüksek derecede afinite gösteren bir antibiyotik olan rifampisin antitüberküloz tedavide değerli bir ilaçtır. Toksisitesi esas olarak hepatik ve immünolojiktir. Bununla beraber rifampisin nadiren ciddi toksisiteye neden olmaktadır. Bilirubinin karaciğerce alımını ve atılımını bozduğundan, kullanımının ilk 2-3 haftası esnasında plazma konjuge ve ankonjuge bilirubin düzeylerini yükseltebilir. Tedavi başlandığında karaciğer enzimlerinde ve plazma bilirubininde yükseklik meydana gelebilir ancak bunlar çoğunlukla geçici olup ilacın kesilmesini gerektirmez. Biz bu yazımızda rifampisinin neden olduğu hepatotoksisiteyi inceledik.
Rifampicin, a highly cholephilic antibiotic, is a valuable drug for antituberculous therapy. Its toxicity is predominantly hepatic and immunologic. However, rifampicin rarely causes serious toxicity. It impairs hepatic uptake and excretion of bilirubin; plasma conjugated and unconjugated bilirubin levels may be elevated during the first 2-3 weeks of dosing. Rises in plasma bilirubin and hepatic enzymes may occur when treatment starts but are often transient and not necessarily an indication for stopping the drug. We reviewed rifampicin-induced hepatotoxicity in this paper.

LookUs & Online Makale