ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 36 (1)
Cilt: 36  Sayı: 1 - 2022
1.
Frontmatters
Frontmatters

Sayfalar I - XVIII

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Malign Plevral Mezotelyoma F-18 FDG PET/BT, BT ve Teknesyum-99m Aerosol Sintigrafisi Bulgularının Karşılaştırılması
Comparison of Malign Pleural Mesothelioma F-18 Fluorodeoxy Glucose Positron Emission Tomography/Computed Tomography, Computed Tomography and Teknetium-99m Aerosol Scintigraphy Findings
Nurşin Agüloğlu, Halil Kaya
doi: 10.14744/IGH.2022.85047  Sayfalar 1 - 6
Amaç: Bu çalışmanın amacı, malign plevral mezotelyoma hastalarında F-18 floro-deoksiglikoz (FDG) pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT)’den elde edilen SUVmax değeri ile DTPA aerosol sintigrafisiyle hesaplanan kapiller epitelyal permeabilite değeri arasındaki ilişkiyi incelemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmaya, malign plevral mezotelyoma tanısı almış ve PET/BT görüntülemesi yapılmış 22 (13’ü erkek, 9’u kadın) hasta dahil edildi. Malign plevral mezotelyomalı hastalarda parankim hasarını belirlemek amacıyla teknesyum-99m DTPA aerosol sintigrafisi yapıldı. Malign plevral mezotelyoma tutulum lokalizasyonları üst, orta ve alt olmak üzere üç alana ayrılarak her alanın tümör SUVmax/karaciğer SUV-SUVoranı) ile plevral kalınlaşma değerleri ve kapiller epitelyal permeabilite değerleri arasındaki ilişki Pearson korelasyon testiyle incelendi.
Bulgular: Her üç alanda SUVoranı ile plevral kalınlaşma değerleri arasında pozitif korelasyon (p<0,001), SUVoranı ve kapiller epitelyal permeabilite değerleri arasında negatif korelasyon saptandı (p<0,001). Aynı şekilde her üç alanda plevral kalınlık ve kapiller epitelyal permeabilite değerleri arasında negatif korelasyon saptandı (p<0,001).
Sonuç: Çalışmada, kapiller epitelyal permeabilite değerleri ile hem SUVoranı hem de plevral kalınlığın boyutu arasında negatif korelasyon izlendi. Azalmış kapiller epitelyal permeabilite değerlerinin prognoz ile ilgili bilgi verebileceği düşünülmektedir.
Objective: The aim of this study was to examine the relationship between the standard uptake value (SUV)max value obtained from fluorodeoxy glucose positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) and the capillary epithelial permeability (CEP) value calculated by diethylenetriamine pentacetic acid (DTPA) aerosol scintigraphy in patients with malignant pleural mesothelioma (MPM).
Material and Methods: Twenty-two MPM diagnosed patients who underwent PET/CT imaging were included in this study. In MPM patients Tc-99m DTPA Aerosol Scintig-raphy was performed to determine parenchymal damage. MPM involvement localizations were divided into three areas as upper, middle, and lower. The relationship between tumorSUVmax/liverSUVmax (SUVratio), pleural thickening values, and CEP values of each area was examined.
Results: In all areas, a positive correlation was found between SUVratio and pleural thickening values (p<0.001), and a negative correlation was found between SUVratio and CEP values (p<0.001). Furthermore, a negative correlation was found between pleural thickness and CEP values in all 3 areas (p<0.001).
Conclusion: In our study, a negative correlation was observed between CEP values and both SUVratio and the size of pleural thickness. These findings suggest that de-creased CEP values may provide information about prognosis.

3.
Nötrofil/Lenfosit Oranının COVID-19’da Mortaliteyi Belirlemedeki Rolü
The role of Neutrophil/Lymphocyte Ratio in Determining COVID-19 Mortality
Murat Yıldız, Melahat Uzel Şener, Suna Kavurgacı, Ayperi Özturk, Figen Ergür Öztürk, Tuğba Çiçek
doi: 10.14744/IGH.2022.47966  Sayfalar 7 - 13
Amaç: Koronavirüs hastalığı (COVID-19)’nda tanısal hematolojik parametreler belirlendi. Yapılan çalışmalarda, COVID-19 hastalarında nötrofil/lenfosit oranı (NLR)’nın hastalığın şiddetini ve mortalitesini göstermede önemli bir belirteç olduğu belirtildi. Bu çalışmanın amacı, ucuz, kolay ölçülebilir ve tekrarlanabilir bir test olan NLR’nin kritik hastaların ayrımında kullanılabilirliğini tespit etmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışma, Sağlık Bilimleri Üniversitesi Ankara Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yapıldı. Çalışmaya, 01 Eylül 2020−01 Ekim 2020 tarihleri arasında hastanemize başvuran ve COVID-19 tanısı alarak servis yatışı gerektiren hastalar dahil edildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların (n=360) yaş ortalaması 62,27±14,09 yıl, hastane takiplerinde vefat eden hastaların (n=42) yaş ortalaması 69,95±12,48 yıl, taburcu edilen hastaların (n=318) yaş ortalaması 61,25±13,99 yıl idi. Bu sonuçlara göre, vefat eden hastaların yaş ortalaması istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). Çok değişkenli regresyon analizinde yaş, başvuru oksijen satürasyonu ve hemoglobin düzeyi mortalitenin bağımsız öngörücüleri olarak saptandı. ROC analizinde, NLR için işlem karakteristik eğrisi altında kalan alan 0,739 (%95 CI: 0,665−0,813) olarak hesaplandı ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,001). NLR için cut-off değeri 5,688 sınır değer kabul edildiğinde, %66,7 duyarlılık, %66,4 özgül-lük ile mortaliteyi öngördü. NLR için cut-off değeri 5,688 sınır değer kabul edildiğinde, > 5,688 olan grupta istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek C-reaktif pro-tein, D-dimer, ferritin ve troponin değerleri mevcutken, ileri oksijen tedavi ihtiyacı ve mortalite oranı da yine bu grupta daha fazla idi.
Sonuç: NLR’nin COVID-19 hastalık şiddetinin değerlendirilmesinde tam kan sayımı parametrelerinden kolaylıkla hesaplanabilmesi gibi önemli avantajı vardır, tüm hastanelerde bulunabilir ve kısa sürede sonuç verebilir. Bu avantajlar, klinisyenlerin COVID-19 hastalarının yönetiminde farkındalıklarının artmasına ve karar vermelerine yardımcı olabilir.
Objective: A few diagnostic hematological parameters have been determined in COVID-19 disease. Neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) was shown as a significant marker in indicating the severity of the disease and mortality in COVID-19 in several studies. We were aimed to determine the use of NLR to distinguish critically ill patients in this study.
Material and Methods: A total of 360 patients who were diagnosed COVID-19 and required hospitalization through September 1, 2020–October 1, 2020, in the Ankara Atatürk Chest Diseases and Thoracic Surgery Training and Research Hospital were included in the study.
Results: The mean age of all (n=360), dead (n=42), and alive (n=318) patients included in the study was 62.27±14.09, 69.95±12.48, and 61.25±13.99 years, respectively. The mean age of died patients was higher statistically (p<0.001). In multivariate regression analysis, age, admission oxygen saturation, and hemoglobin levels were found to be independent predictors of mortality. In receiver operating characteristic analysis, the area under the operating characteristic curve for NLR was calculated as 0.739 (95%CI: 0.665–0.813). The cutoff value for NLR was detected as 5688 with 66.7% sensitivity and 66.4% specificity. Patients in higher NLR (>5.688) group had statistically significantly higher C-reactive protein, D-dimer, ferritin, and troponin values, while the need for advanced oxygen therapy and the mortality rate were also higher in this group.
Conclusion: NLR has important advantages of being easily calculated from the complete blood count, can be found in all hospitals and resulted shortly. These advantages can help clinicians increase their awareness in the management of their COVID-19 patients.

4.
Bilgisayarlı Tomografi ile Hesaplanan Haunsfield Ünitesinin Plevral Sıvı Transüda-Eksüda Ayrımındaki Tanısal Değeri ve Plevral Sıvı Nötrofil/Lenfosit Oranı ile Karşılaştırılması
Diagnostic Value of Hounsfield Unit Calculated by Computed Tomography in Pleural Fluid Transudate-Exudate Differentiation and Comparison with Pleural Fluid Neutrophil/Lymphocyte Ratio
Mine Gayaf, Merve Ayık Türk, Ceyda Anar, Gülru Polat, Seher Susam, Filiz Güldaval, Akın Çinkoğlu
doi: 10.14744/IGH.2022.46330  Sayfalar 14 - 20
Amaç: Bu çalışmanın amacı, bilgisayarlı tomografide hesaplanan Haunsfield ünitesi (HU) değerinin plevral sıvı transüda-eksüda ayrımındaki değerini ortaya koymak ve ayrım açısından plevranın radyolojik özellikleri ve plevral sıvı nötrofil/lenfosit oranı (NLR) ile karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmada, 2008-2018 yılları arasında torasentez ile plevra sıvısı örneklemesi yapılan hastalar tek merkezde, retrospektif olarak incelendi. Toraks bilgisayarlı tomografide sıvının en fazla olduğu üç ayrı kesitten HU ölçümü yapıldı. HU için optimal cut-off değeri belirlendi. Plevranın bilgisayarlı tomografi görünümleri ve plevral sıvı NLR’nin transüda-eksüda ayrımındaki yeri karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmada 411 hasta incelendi. Tek taraflı plevra sıvılarının eksüda olma durumunun daha yüksek olduğu saptandı (p=0,001). Plevral nodül ve plevral lokülasyon özellikleri eksüda niteliğindeki sıvılarda daha sık görülmekle birlikte transüda-eksüda ayrımında istatistiksel olarak anlamlılık görülmedi. Plevral sıvı NLR ile transüda ve ek-süda olma durumu arasında ve plevra sıvısı NLR ile HU değeri arasında bir ilişki izlenmemiş olup istatistiksel olarak anlamlı bir sonuca ulaşılamadı. Plevra sıvısı HU değeri ile transüda-eksüda ayrımında opaklı-opaksız çekimlerde anlamlı bir fark saptanmadı. Transüda-eksüda ayrımında HU için optimal cut-off değeri 7,9 olarak hesaplandı ve 7,9 değerine göre duyarlılık %45,8, özgüllük %86,3, pozitif prediktif değer %86,3, negatif prediktif değer %25,6 olarak saptandı. HU 7,9’un üzerinde olan hastaların; 7,9 ve altın-da olan hastalara göre 5,33 kat eksüda olma ihtimali fazla olarak bulundu (p=0,001).
Sonuç: Çalışmamız plevra sıvısının bilgisayarlı tomografide HU değeri ile plevranın radyolojik özelliklerinin karşılaştırıldığı en geniş seridir. HU için optimal cut-off değeri 7,9 olup, HU değerinin 7,9’un altında olması transüda olma ihtimalini artırmaktadır. İnvaziv işlem yapılamayan ya da tanısal işlem öncesi transüda-eksüda ayrımında HU ölçümünün invaziv olmayan bir yöntem olarak kullanılabileceği düşünüldü.
Objective: This study aims to reveal the value of Hounsfield unit (HU) calculated on computed tomography (CT) in pleural fluid transudative-exudate differentiation and to compare it with the radiological features of the pleura and the pleural fluid neutrophil/lymphocyte ratio (NLR).
Material and Methods: Patients who underwent thoracentesis between 2008 and 2018 were analyzed retrospectively in a single center. On thorax CT, HU was measured from three different sections with the highest amount of fluid. The optimal cutoff value was determined for HU. The CT views of the pleura and the pleural fluid NLR were compared with their place in the transudate-exudate distinction.
Results: A total of 411 patients were examined. It was determined that the exudate status of unilateral pleural fluids was higher (p=0.001). Although pleural nodule and pleural loculation features were seen more frequently in fluids of exudate nature, there was no statistical significance in the distinction between transudate and exudate. No correlation was observed between pleural fluid NLR and the state of being transudate and exudate, and between pleural fluid NLR and HU value. There was no significant difference between pleural fluid HU value and transudate-exudate differentiation in opaque and non-opaque images. The optimal cutoff value for HU was calculated as 7.9 in the differentiation of transudate-exudate, and the sensitivity was 45.8%, specificity 86.3%, positive predictive value 86.3%, and negative predictive value 25.6% according to the value of 7.9. When the HU of pleural fluid is above 7.9; the probability of having an exudate was found to be 5.33 times higher (p=0,001).
Conclusion: Our study is the largest series in which the HU value of the pleural fluid on CT and the NLR of the pleura fluid were compared. The optimal cutoff value for HU is 7.9, and a HU value below 7.9 increases the possibility of transudate. It was thought that HU measurement could be used as a noninvasive method in the differentiation of transudate-exudate before invasive procedure or diagnostic procedure.

5.
COVID-19 Salgınının ve Esnek Çalışma Sisteminin Çalışma Hayatı Üzerine Etkilerinin Sosyal Ağ Analizi ile İncelenmesi
Investigation of the COVID-19 Outbreak and the Effects of Flexible Working System on Working Life with Social Network Analysis
Aslı Diyadin Lenger, Ayşe Coşkun Beyan
doi: 10.14744/IGH.2022.39358  Sayfalar 21 - 27
Amaç: Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) pandemisinin bir yıldır tüm dünyada süren etkisi hem işletmeleri hem de bireyleri fazlasıyla etkiledi. Pandemi sürecinde geçilen esnek çalışma sistemi, birçok meslek grubu mensubunun da çalışma hayatına etki etti. Bu çalışmanın amacı, esnek çalışma sisteminin hangi meslek gruplarını, nasıl etkilediğinin altını çizmek ve ortaya çıkan zorlukları belirlemeye çalışmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmada, Twitter üzerinden toplanan 3184 veri, sosyal ağ analiziyle değerlendirildi. Elde edilen sonuçlar incelendiğinde, eğitim, sağlık gibi salgından en çok etkilenen meslek gruplarının, Twitter paylaşımlarının fazla olduğu görüldü.
Bulgular: Genel olarak olumsuz yorumların yer aldığı verilere göre, sağlık çalışanlarının pandemiden etkilenen en önemli grup olduğu ve çalışanların kendi arasında görece kolaylıkla organize olduğu söylenebilmektedir. Yasa yapıcıların çalışma hayatı üzerine belirleyici olması sebebiyle, sosyal medya hareketlerinin yasa yapıcılara ulaşmak için bir araç olarak kullanıldığı görüldü.
Sonuç: Kişilerin özgür iradeleri ile yaşadıkları mağduriyetleri birbirleriyle paylaşıyor ve tartışıyor olmalarının göz ardı edilmemesi ve bu paylaşımların, ne kadar süreceği belli olmayan bir kaos ortamında, gelecek projeksiyonunda önemli bir veri kaynağı olarak kullanılabileceği düşünüldü.
Objective: The impact of the COVID-19 pandemic on the whole world for a year has greatly affected both businesses and individuals. After this effect, flexible working system was adopted. The flexible working system has affected the working life of many members of the profession. This study highlights which occupational groups and how the flexible working system affects and tries to identify the difficulties that arise.
Material and Methods: A total of 3184 data collected from Twitter were analyzed by social network analysis. When the results are examined, they are the occupational groups most affected by the epidemic such as education and health. It has been observed that these professional groups share more on Twitter.
Results: According to the data with negative comments in general, it can be said that health care workers are the most important group affected by the pandemic and that employees are relatively easily organized among themselves. It has been observed that social media movements are used as a tool to reach lawmakers, as lawmakers are decisive on working life.
Conclusion: It is thought that people share and discuss their grievances with each other with their free will and that these shares can be used as an important data source in the future projection in an uncertain chaos environment.

6.
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Nedeniyle Hastaneye Yatan Hastalarda Arteriyel Kan Gazının Yerine Venöz Kan Gazının Değeri
The Feasibility of Venous Blood Gas Instead of Arterial Blood Gas in Patients Hospitalized for Chronic Obstructive Pulmonary Diseases Acute Exacerbation
Ali Kadri Çırak, Emel Cireli, Aydan Mertoğlu, Sami Deniz, Serpil Tekgül, Yelda Varol, Zeynep Öndeş, Görkem Vayısoğlu Şahin, Ali Korkmaz, Gülistan Karadeniz, Dursun Tatar, Melih Büyükşirin, Enver Yalnız
doi: 10.14744/IGH.2022.40469  Sayfalar 28 - 32
Amaç: Kılavuzlar, kronik obstrüktif akciğer hastalığı alevlenmelerinde arteriyel kan gazı analizinin kullanılmasını önermektedir, ancak arteriyel kan örneklemesi venöz kan örneklemesine göre daha zordur ve komplikasyon riski daha yüksektir. Bu çalışmanın amacı, kronik obstrüktif akciğer hastalığında venöz kan gazlarının arteriyel kan gazlarıyla korele olup olmadığını araştırmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Tek merkezli kesitsel olan çalışmada, kronik obstrüktif akciğer hastalığı bulunan hastaların arteriyel ve venöz kan gazı ölçümleri karşılaştırıldı. Arteriyel ve venöz parametreler arasındaki uyumun incelenmesi için Bland Altman analizi kullanıldı.
Bulgular: Yüz hastada yapılan çalışmada kan gazı parametreleri pH, HCO3 ve Pa-CO2’nin venöz ve arteriyel farklılıkları 0 çizgisi civarındaydı ve hesaplanan uyum sınırlarının %95’i içinde rastgele dağılım gösteriyordu. Arteriyel ve venöz HCO3 (p=0,050) ve PaCO2 (p=0,011) belirgin uyum gösterdi.
Sonuç: Venöz HCO3 ve PaCO2 değerleri arteriyel değerlerle uyumludur ve kronik obstrüktif akciğer hastalığında arteriyel kan gazları yerine venöz kan örneklerinin kul-lanılabileceği sonucuna varıldı.
Objective: Guidelines recommend using arterial blood gas analysis in chronic obstructive pulmonary disease exacerbations (COPDE), but arterial blood sampling is more difficult than venous blood sampling and has higher risk of complications. The objective of the study is to investigate whether venous blood gasses correlate with arterial blood gasses in COPDE.
Material and Methods: It was a one-center cross-sectional study. We compared arterial and venous blood gas measurements of patients with COPDE. We used Bland Alt-man analysis for correlation and agreement between arterial and venous parameters.
Results: Among 100 patients studied, venous and arterial differences of blood gas parameters pH, HCO3, and PCO2 were around the 0 line and were randomly distributed within 95% of the calculated compliance limits. Arterial and venous HCO3 (p=0.050) and PCO2 (p=0.011) showed significant agreement.
Conclusion: Venous HCO3 and PCO2 values correlate with arterial values and we concluded that venous blood samples can be used instead of arterial blood gasses in COPDE.

7.
Bir Eğitim ve Araştırma Hastanesi Meslek Hastalıkları Polikliniğinin Retrospektif İncelenmesi: Meslek Hastalıkları Tanısında Neredeyiz?
A Retrospective Analysis of a Training and Research Hospital’s Occupational Diseases Outpatient Clinic: Where are we in Diagnosing Occupational Diseases?
Nur Şafak Alıcı
doi: 10.14744/IGH.2021.03511  Sayfalar 33 - 40
Amaç: Meslek hastalıkları önlenebilir hastalıklardır. Sağlık ve ekonomi üzerinde önemli yük oluşturmaktadırlar. Türkiye’de uzmanlık alanı olarak yeni bir oluşumdur. Bu çalışmada, ülkemizde meslek hastalıklarının durumuna katkıda bulunmak amacıyla yeni kurulan meslek hastalıkları kliniğinin ilk üç yılında başvuran hastaların tanılarının değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Çalışma kesitsel bir çalışmadır. Ağustos 2018-Nisan 2021 tarihleri arasında başvuran 1101 olgunun cinsiyet, yaş, başvuru şekilleri, yönlendiren kurumlar ve nedeni, çalıştığı iş yeri, maruz kalım süresi, maruz kaldıkları olası riskler ve son tanıları değerlendirildi.
Bulgular: Toplam 1101 olgudan 1000’i (%90,8) erkek, 101’i (%9,2) kadın, en genci 18 ve en yaşlısı 82 yaşında olmak üzere yaş ortalaması 40,9±9,7 yıl idi. Çalışma süreleri ortancası 120 (25-75 persentil; 60-210) aydı. En sık başvuru nedeni 1025 (%93,0) olgu ile mesleksel solunum sistemi hastalığı şüphesi idi. Olguların 888’i (%80,6) tetkiklerini tamamladı ve tıbbi durum bildirir raporu düzenlendi. Olguların değerlendirilmesi sonucunda 640 (%58,1) olguda hastalık veya mesleki ilişki saptanmadı. Tanı konulan 208 (%18,9) olgu mesleki, 40 (%3,6) olgu işin şiddetlendirdiği hastalık, mesleki hastalık tanısı koyulan olgulardan 112’si (%10,1) pnömokonyoz, 39’u (%3,5) mesleksel astım, 32’si (%2,9) gürültüye bağlı işitme kaybı, 18’i (%1,6) epikondilit/tendonit/impingement tanıları aldı.
Sonuç: Ülkemizde çalışanların sağlık sorunlarının tanımlanması ve yönetimi için iş yerinde sağlık gözetiminin etkinleştirilmesi, kurumlar arası iş birliğinin yasal altyapısının oluşturulması temel gerekliliktir. Türkiye’de toz, kimyasallar, ergonomik riskler ve gürültü önde gelen iş sağlığı riskleridir. Mesleki göğüs hastalıkları hala en sık görülen mesleki hastalıklardır. Mevcut meslek hastalıkları izleme sisteminin ve periyodik muayene tetkik sonuçlarının kalite düzeylerinin çalışanların sağlık sorunlarını tanımlamak ve yönetmek için yetersiz olduğu görülmektedir.
Objective: Occupational diseases (OD) are preventable conditions, which pose a significant burden on healthcare and economy. OD is a new field of specialization in Turkey. This study aimed to assess the diagnoses of patients presenting to the newly established OD clinic within the first 3 years to contribute to revealing the status of OD in our country.
Material and Methods: This is a cross-sectional study, which assessed 1101 patients presenting between August 2018 and April 2021 based on sex, age, type of presentation, reason for referral, workplace, exposure time, potential exposure risks, and final diagnosis.
Results: Of 1101 patients, 1000 (90.8%) were male and 101 (9.2%) were female. The mean age was 40.9±9.7 years, the median duration of employment was 120 (25th–75th percentile; 60–210) months. Occupational respiratory disease, with 1025 (93.0%) patients was the most common reason for application. Examinations were completed on 888 (80.6%) patients and medical status reports were issued accordingly. The assessment of the patients revealed no disease or occupational relationship in 640 (58.1%) patients. On the other hand, 208 (18.9%) patients were diagnosed with OD, 40 (3.6%) with work-aggravated diseases. Among those with OD, 112 (10.1%) were diagnosed with pneumoconiosis, 39 (3.5%) with occupational asthma, 32 (2.9%) with noise-induced hearing loss, and 18 (1.6%) with epicondylitis/tendonitis/impingement.
Conclusion: İt is essentially required to enable health surveillance in the workplace for the identification and management of employee health problems, and to establish the legal infrastructure of inter-institutional cooperation. In Turkey, the leading occupational health risks are dust, chemicals, ergonomic risks, and noise. Occupational lung diseases are still the most common OD. It seems that the quality levels of the current monitoring system for OD and the results of periodic examinations and tests are insufficient to identify and manage employee health problems.

8.
Dış Ortam Hava Kirliliği ile Göğüs Hastalıkları Acil Başvuruları İlişkisinin Değerlendirilmesi: Retrospektif Kesitsel Bir Çalışma
The Relationship Between Ambient Air Pollution and Emergency Department Visits for Lower Respiratory Diseases: A Retrospective Cross-Sectional Study
Berker Öztürk, Mükremin Er, Hatice Canan Hasanoğlu
doi: 10.14744/IGH.2022.46320  Sayfalar 41 - 51
Amaç: Hava kirliliği, akciğerde ve akciğer aracılığıyla sistemik dolaşıma ulaşarak solunum fonksiyonlarında azalmaya, solunum yolu enfeksiyonlarına, astım ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı gelişimine ve alevlenmelerin artışına sebep olur. Literatürde Ankara ilinde hava kirliliği ile alt solunum yolu enfeksiyonu acil servis başvurularını gösteren çalışma mevcut değildir. Bu çalışmada, acil servise başvuran göğüs hastalıkları bulunan hastaların başvuru oranlarının hava kirliliği ile ilişkisinin gösterilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya, Ağustos 2018-Şubat 2019 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine göğüs hastalıkları konsültasyonu sonucunda primer pulmoner patoloji düşünülen hasta başvuruları alındı. Araştırmaya 302 hasta dahil edildi. Araştırmada hava kirliliği indikatörleri olarak SO2, PM10 ve PM2,5 seçildi. İndikatörlere ilişkin günlük veriler, T.C. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın Hava Kalitesi İzleme İstasyonları web sitesinden alındı. Araştırmada hastaların demografik özellikleri, acil servise başvuru semptomları ve başvuru tanıları, arter kan gazı (pH, PaCO2, PaO2, SO2), tam kan sayımı, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyleri incelendi.
Bulgular: Göğüs hastalıkları acil başvurusunda hastaların %11,6’sı astım, %33,1’i kronik obstrüktif akciğer hastalığı, %13,9’u pulmoner tromboemboli, %44,7’si pnömoni, %11,2’si bronşiektazi, %4’ü interstisyel akciğer hastalığı, %2’si akciğer kanseri ve %44,7’si obstrüktif akciğer hastalığı tanılı idi. Hastaların %87,7’sinin öksürük, %40,4’ünün balgam, %64,9’unun nefes darlığı, %37,4’ünün gö-ğüs ağrısı, %6’sının hemoptizi ve %27,8’inin diğer semptomlarla başvuru yaptıkları saptandı. Acil servise başvuruda aralık ayında hava kirletici parametrelerden SO2, PM10 düzeylerinin en yüksek değerde olduğu saptandı. Astım, kronik obstrüktif akciğer hastalığı, pnömoni ve obstrüktif akciğer hastalıkları olanlarda olmayanlara kıyasla hava kirliliği parametresi/parametreleri anlamlı olarak daha yüksek saptandı (p<0,05). Öksürük, balgam, nefes darlığı, göğüs ağrısı olanlarda olmayanlara kıyasla hava kirliliği parametresi/parametreleri anlamlı olarak daha yüksek saptandı (p<0,05).
Sonuç: Hava kirliliği düzeyi arttıkça acil servise göğüs hastalıkları nedeniyle olan başvuru sayısı artmakta ve bu özellikle SO2, PM10 ve PM2,5 düzeyi artışıyla korelasyon göstermektedir. Hava kiriliğine bağlı tetikleyici faktörlerin göğüs hastalıkları nedeniyle başvuran hastalarda semptomları tetiklediği ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı, astım ve pnömoni riskinin artmasında önemli bir faktör olduğu belirlendi.
Objective: Air pollution reaches the systemic circulation in and through the lungs, causing a decrease in respiratory functions, respiratory tract infections, the development of asthma and chronic obstructive pulmonary disease, and an increase in exacerbations.There is no study in medical literature showing the relationship between air pollution and lower respiratory tract infection emergency service admissions in Ankara. This study aims to show the relationship between air pollution and the rate of Emergency Department Visits (EDVs) of patients with chest dieseases.
Material and Methods: This retrospective cross-sectional study was conducted in Ankara Atatürk Training and Research Hospital using medical records belonging to 302 EDVs for respiratory diseases. The data on ambient SO2 and PM10 levels corresponding to the EDV dates were retrieved from the National Air Quality Monitoring Network website. The demographics and clinical data gathered from electronic files of patients were compared with the levels of air pollutants. Statistical analyses were performed using SPSS 20.0In the study, demographic characteristics, symptoms and diagnosis of the admission to the emergency department, arterial blood gase (pH, PaCO2, PaO2, SO2), complete blood count, C-reactive protein and procalcitonin levels of the patients were examined.
Results: Among chest diseases EDVs, 11.6% of the patients had asthma, 33.1% chronic obstructive pulmonary disease, 13.9% pulmonary thrombo embolism, 44.7% pneumonia, 11.2% bronchiectasis, % 4 had interstitial lung disease, 2% had lung cancer and 44.7% had obstructive pulmonary disease. 87.7% of the patients presented with cough, 40.4% with sputum, 64.9% with shortness of breath, 37.4% with chest pain, 6% with hemoptysis and 27.8% with other symptoms. It was determined that SO2 and PM10 levels, which are among the air pollutant parameters, were at the highest values in December at the time of admissions to the emergency service. Air pollution parameters were found to be significantly higher in patients with asthma, chronic obstructive pulmonary disease, pneumonia and obstructive pulmonary diseases compared to those without the disease (p<0,05). Air pollution parameters were found to be significantly higher in patients with cough, sputum, shortness of breath, and chest pain compared to those without these symptoms.
Conclusion: As the level of air pollution increases, the number of applications to the emergency room due to chest diseases increases and this is especially correlated with the increase in SO2,PM10 and PM2.5 levels.It was determined that the air pollution related triggering factors triggered the symptoms in patients who applied for chest diseases and that these factors are important factors in increasing the risk of chronic obstructive pulmonary disease, asthma and pneumonia.

OLGU SUNUMU
9.
COVID-19 Pnömonisi ve Pnömotoraks: 6 Olguluk Seri
COVID-19 Pneumonia and Pneumothorax: Series of Six Cases
Ceyda Anar, Şebnem Karaoğlanoğlu, Süheyla Uygur, Betül Doğan, Mehmet Ünal, Bünyamin Sertoğullarından, Onur Turan
doi: 10.14744/IGH.2022.43433  Sayfalar 52 - 57
Hem pnömotoraks hem de pnömomediastinum entübasyonun komplikasyonlarıdır. COVID-19 hastalarında barotravma olmasa bile pnömotoraks veya pnömomediastinum mevcut olabilir. Burada, pnömotoraks ve/veya pnömomediasteni olan 6 hastayı sunuyoruz. COVID PCR testi hepsinde pozitif çıktı. Olguların ikisine tüp torakostomi uygulanmadı. Biri pnömomediastinumdu ve parankimde pnömotoraks yoktu, diğerinde sağ akciğerde minimal pnömotoraks vardı. Yoğun bakım ünitesinde yatış öyküsü ve yaygın cilt altı amfizem ve pnömomediasten öyküsü olan bir olguya bilateral tüp torakostomi uygulandı. Hastalarımızda mortalite olmadı. Sonuç olarak, spontan pnömomediastinum ve pnömotoraks, COVID-19 enfeksiyonunda yaygın bir tablo değildir ve COVID-19 pnömonisinin tedavisinde potansiyel olarak ağırlaştırıcı bir faktör olabilir.
Both pneumothorax and pneumomediastinum are complications of intubation. Pneumothorax or pneumomediastinum may be present in COVID-19 patients even in the absence of barotrauma. Here, we report 6 patients with pneumothorax and / or pneumomediastinum. COVID PCR test was positive in all. Tube thoracostomy was not per-formed in two of the cases. One of them was pneumomediastinum and there was no pneumothorax in the parenchyma and the other one had minimal pneumothorax in the right lung. Bilateral tube thorocostomy was performed in one of the cases, with a his-tory of hospitalization in the intensive care unit and extensive subcutaneous emphysema and pneumomediastinum. There was no mortality in our patients. Consequently, spontaneous pneumomediastinum and pneumothorax are not a common picture in COVID-19 infection and could potentially be an aggravating factor in the treatment of COVID-19 pneumonia.

LookUs & Online Makale