1. | Kapak Cover Sayfa I |
2. | Danışma Kurulu Advisory Board Sayfalar II - IV |
3. | İçindekiler Contents Sayfalar V - VI |
4. | Editör’den Editorial Sayfa VII |
DERLEME | |
5. | COVİD-19 Sonrası Devam Eden Semptomlar, İnterstisyel Akciğer Hastalığı Oluşumu ve Takip Süreci Ongoing Symptoms, Formation of Interstitial Lung Disease and Follow-up Process in PostCOVID-19 Melike Yüksel Yavuz, Ceyda Anardoi: 10.5222/IGH.2021.00719 Sayfalar 53 - 56 Aralık 2019’da Çin’in Wuhan eyaletinden severe acute respiratory syndrome coronavirus-2 (SARS-CoV-2)’ye bağlı ciddi akut solunum hastalıkları bildirildi. Koronavirüs hastalığı- 2019 (COVID-19) ilişkili semptomlar hafif üst solunum yolu infeksiyonundan akut solunum sıkıntısı sendromu (ARDS)’na kadar çeşitli klinik farklılık gösterir. Taburculuk sonrası bazı hastalarda semptomların ve radyolojik bulguların devam ettiği görülmüştür. Hipertansiyon ve diyabet gibi komorbiditeler, erkek cinsiyet ve ileri yaş gibi risk faktörleri ciddi COVID-19 ve idiopatik pulmoner fibrosis (İPF) için ortak risk faktörleridir. Bununla birlikte, SARS-CoV-2 infeksiyonuna yakalanan İPF hastalarında, antifibrotik tedavinin rolü ve bunların devamı veya kesilmesi için bilimsel mantık tam olarak tanımlanmamıştır. COVID-19 pandemisinden edinilen veriler ile şiddetli akut solunum sendromu (SARS) ve Ortadoğu solunum sendromu (MERS) gibi önceki koronavirüs infeksiyonlarından elde edilen veriler, SARS-CoV-2 infeksiyonunu takiben önemli fibrotik değişiklikler olabileceğini düşündürmektedir. Bu makalede, COVID-19 pnömonisi sonrası devam eden semptomların sıklığı ve ortaya çıkabilecek interstisyel akciğer hastalığı sıklığından söz edildi. Ayrıca başta pulmoner fibrosis olmak üzere akciğerde meydana gelen interstisyel değişikliklerin önlenmesi ve solunum fonksiyonlarında azalma literatür ışığında tartışılmıştır. In December 2019, severe acute respiratory diseases due to severe acute respiratory syndrome coronavirus-2 (SARS-CoV-2) were reported from Wuhan province of China. The symptoms associated with Coronavirus Disease-2019 (COVID-19) range from mild upper respiratory tract infection to acute respiratory distress syndrome (ARDS). It was observed that symptoms and radiological findings continued in some patients after discharge. Comorbidities such as hypertension and diabetes, risk factors such as male gender and advanced age are common risk factors for severe COVID-19 and idiopathic pulmonary fibrosis (IPF). However, the role of anti fibrotictherapy and the scientific rationale for their continuation or discontinuation in IPF patients infected with SARS-CoV-2 have not been fully defined. Data from the COVID-19 pandemic and previous coronavirus infections such as severe acute respiratory syndrome (SARS) and Middle East respiratory syndrome (MERS) suggest that there may be significant fibrotic changes following SARS-CoV-2 infection. In this article, the frequency of on going symptoms after COVID-19 pneumonia and the frequency of interstitial lung disease that may ocur were discussed. Inaddition, the prevention of interstitial changes in the lung, especially pulmonary fibrosis, and the decrease in respiratory functions are discussed in the light of the literature. |
6. | COVID-19 ve Pulmoner Rehabilitasyon Pulmonary Rehabilitation and COVID-19 Hülya Doğan Şahindoi: 10.5222/IGH.2021.65365 Sayfalar 66 - 74 Koronavirüs 2019 (COVID-19) salgını son zamanlarda küresel bir halk sağlığı acil durumunun nedeni olmuştur. Oldukça bulaşıcı bir solunum yolu hastalığı olan COVID-19, çoğu hastada asemptomatik seyretmekle birlikte, özellikle yaşlı hastalarda ölümle sonuçlanan ciddi pnömoniye yol açabilir. Hastalar yalnızca solunumsal ve fiziksel olarak değil aynı zamanda fonksiyonel ve psikolojik olarak da olumsuz etkilenmektedir. Hastaneye yatış ve yatak istirahatine bağlı hareketsizlik, sürekli karantina ve sosyal mesafeden kaynaklanan fiziksel hareketsizlik, bağışıklık, solunum, kardiyovasküler, kas-iskelet sistemleri ve beyinde olumsuz etkilere neden olmaktadır. Multidisipliner bir yaklaşım sunan pulmoner rehabilitasyon (PR), özellikle kritik hastalarda, tedavinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Zamanında ve uygun hastalara uygulanan rehabilitasyon, komplikasyonların önlenmesinde önemli bir rol oynar, mekanik ventilasyondan ayrılmayı destekler, prognozu, yaşam kalitesini iyileştirir, günlük aktivitelere ve işe dönüşü kolaylaştırır. Bu derlemede, serviste ve yoğun bakımda yatarken uygulanması gereken PR teknikleri, taburculuk sonrası ve teletıp yöntemiyle uygulanan rehabilitasyon önerileri ve ayaktan uygulanan programda alınması gereken önlemlerden söz edilmiştir. The coronavirus 2019 (COVID-19) outbreak has recently been the cause of a global public health emergency. COVID-19, which is a highly contagious respiratory tract disease, is asymptomatic in most patients, but it can lead to severe pneumonia resulting in death, especially in elderly patients. Patients are adversely affected not only respiratoryly and physically, but also functionally and psychologically. Inactivity due to hospitalization and bed rest, physical inactivity due to constant quarantine and social distance cause adverse effects on immunity, respiratory, cardiovascular, musculoskeletal systems and brain. Offering a multidisciplinary approach, pulmonary rehabilitation is an indispensable part of treatment, especially in critically ill patients. Timely and appropriate rehabilitation plays an important role in preventing complications, supports weaning from mechanical ventilation, improves prognosis, quality of life, and facilitates return to daily activities and work. In this review, PR techniques that should be applied in the ward and in intensive care unit, rehabilitation recommendations applied after discharge and with telemedicine method, and the precautions to be taken in the outpatient program are mentioned. |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
7. | Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Favipiravir Kullandığımız COVID-19 Pnömonisi Olgularımızın Özellikleri Characteristics of COVID-19 Pneumonia Cases Treated with Favipiravir in the Chest Diseases Clinic Ali Kadri Çırak, Burcin Hakoglu, Gulru Polat, Yelda Varol, Aysu Ayrancı, Gülistan Karadeniz, Serir Özkan, Aydan Mertoğlu, Enver Yalnız, Fevziye Tuksavul, Celalettin Yılmazdoi: 10.5222/IGH.2021.47965 Sayfalar 75 - 81 Amaç: COVID-19 tedavisine yönelik onaylanmış spesifik antiviral tedavi bulunmamaktadır. Daha önce influenza ve ebolavirüse karşı kullanılan favipiravir, nükleik asit analoğu ve ribonukleik asit (RNA) bağımlı RNA polimeraz inhibitörü bir ön ilaç olarak, COVID-19 enfeksiyonunda önerilen antiviral tedavi seçenekleri arasındadır. Göğüs hastalıkları kliniklerimizde, tedavisinde favipiravir kullandığımız COVID-19 pnömonili olguları demografik, klinik ve radyolojik özelliklerine göre incelemeyi, tedavi yanıtlarını değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Hastanemiz COVID-19 Çalışma Grubu tarafından 11 Mart 2020-15 Mayıs 2020 tarihleri arasında hastanemize başvuran COVID-19 tanılı hastaların verilerinden oluşturulmuş olan veri tabanı incelendi. Veri tabanına kayıtlı 471 hasta içinden yatarak tedavi alan 412 hastanın verileri değerlendirildi ve göğüs hastalıkları kliniğinde tedavide favipiravir kullanılan 38 olgunun klinik takipleri sırasında aldıkları tedaviler, ilaç dozları, favipiravir başlanma zamanı, tedaviye klinik ve radyolojik yanıtları retrospektif olarak incelendi. Ateş kontrolü, varsa solunum yetmezliğinin düzelmesi, laboratuvar değerlerindeki iyileşme, radyolojik kötüleşme olmaması tedaviye yanıt kriterleri olarak kabul edildi. Bulgular: Göğüs hastalıkları servisinde favipiravir tedavisi verilen 38 hastanın 30’unun başarıyla taburcu edildiği görüldü. Serviste yatarken favipiravir başlanmasına rağmen genel durumu bozulan ve yoğun bakım endikasyonu doğan 8 hastanın yoğun bakıma nakli yapıldı. Bu 8 hastanın 3’ü vefat etti ve 5’i başarıyla taburcu edildi. Sonuç: Çalışmamızda göğüs hastalıkları kliniğinde favipiravir tedavisi alan COVID-19 olgularında mortalite oranı %7.9 olarak bulunmuştur. Favipiravir tedavisinin ülkemizde daha etkin bir şekilde kullanılmaya başlanmasının ardından yoğun bakım nakillerinin azaldığı ve mortalitenin düştüğü gözlenmiştir. Bu nedenle favipiravirin COVID-19 enfeksiyonun tedavisinde etkin olduğu düşünülmekle birlikte ileri prospektif kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır. Objective: There is currently no specific treatment for COVID-19. Favipiravir treatment has been shown to be effective in in-vitro and pre-clinical trials in the treatment of COVID-19. In this study, we aimed to present the characteristics and treatment results of our patients who were hospitalized with the diagnosis of COVID-19 pneumonia and received favipiravir treatment in the chest diseases clinics of our hospital. Method: The database created by the COVID-19 Study Group of our hospital consisting of the data of patients diagnosed with COVID-19 who applied to our hospital between March 11, 2020 and May 15, 2020 was examined. 471 patients enrolled in the database and 412 hospitalized patients were evaluated and included in 38 patients in whom favipiravir was used for treatment in the chest diseases clinic. Treatments, drug doses, initiation time of favipiravir, clinical and radiological responses to treatment were analyzed retrospectively. Fever control, improvement of respiratory failure, improvement in laboratory values, and absence of radiological deterioration were accepted as response criteria to treatment. Results: It was observed that 30 of 38 patients who were given favipiravir treatment in the chest diseases clinic were successfully discharged. Eight patients whose general condition deteriorated despite favipiravir treatment in the clinic and who had an indication for intensive care were transferred to intensive care. Three of these eight patients died and 5 of them were successfully discharged. Conclusion: Mortality rate was found to be 7.9% in COVID-19 cases who received favipiravir treatment in our chest diseases clinic. After the favipiravir treatment started to be used more effectively in our country, it was observed that transfers to intensive care units decreased and mortality decreased. Therefore, although favipiravir is thought to be effective in the treatment of COVID-19 infection, further prospective controlled studies are needed. |
8. | Akciğer Kanserinin ve Kemoterapinin Uyku ve Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi The Effect of Lung Cancer and Chemotherapy on Sleep Quality and Quality of Life Deniz Kızılırmak, Tuğba Göktalay, Ökkeş Gültekin, Yavuz Havlucu, Pınar Çelikdoi: 10.5222/IGH.2021.55265 Sayfalar 82 - 90 Amaç: Akciğer kanseri, hem lokal hem de sistemik etkilerine bağlı olarak uyku ve yaşam kalitelerini etkilemektedir. Akciğer kanseri tedavisinde sıklıkla kullanılan kemoterapi ise; hastalık yanıtı, kemoterapi yan etkileri, kemoterapötik ajana bağlı sistemik etkiler ve immünsupresyon sonucu gelişen komplikasyonlar nedenleriyle uyku ve yaşam kalitelerini etkileyebilmektedir. Bu çalışmada, lokal ileri ve metastatik evre akciğer kanserli hastalarda, kemoterapinin erken dönemde uyku ve yaşam kaliteleri üzerine etkisi araştırıldı. Yöntem: Lokal ileri ve metastatik evre akciğer kanseri tanısı ile tek başına kemoterapi alan hastalara tanı anında ve 3. kür kemoterapi sonrası uyku kalitesi ve yaşam kalitesini değerlendirebilmek için Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi ve EORTC QLQ-C30 Kanser Hastalarının Yaşam Kalitesi Ölçeği uygulandı. Hastaların ortalama yaşı 61.85’ti (±6.80) ve %89.8’i erkekti. Tanı anında hastaların %69,5’i kötü uyku kalitesine sahipti. Fonksiyonel parametreler açısından en çok fiziksel işlev etkilenmiş olarak saptandı. Yaşam kalitesini en çok etkileyen semptomlar hâlsizlik ve dispneydi. Bulgular: Akciğer kanserli hastalarda tanı sırasında uyku ve yaşam kaliteleri arasında belirgin korelasyon gözlendi, ancak kemoterapi sonrası erken dönemde uyku kalitesinde anlamlı değişiklik saptanmadı. Yaşam kalitesi skorları değerlendirildiğinde kemoterapi sonrası sosyal işlevlerde ve bulantı semptomunda istatistiksel olarak zayıf; hâlsizlik semptomunda istatistiksel olarak belirgin kötüleşme vardı. Diğer yaşam kalitesi parametreleri genel olarak tedavi öncesi ile benzerdi. Sonuç: Sonuç olarak, akciğer kanserli hastalarda kemoterapi erken dönemde hastaların uyku kalitesinde belirgin bir değişiklik yapmıyorken yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Objective: Lung cancer affects the quality of sleep and life depending on both local and systemic impacts. Chemotherapy that is frequently used in the treatment of lung cancer can affect quality of sleep and life due to disease response, side effects of chemotherapy, systemic effects due to chemotherapeutic agents and complications of immunosuppression. The sleep and life quality levels of patients with locally advanced and metastatic stage lung cancer and the effect of chemotherapy on sleep and quality of life in this patient group were investigated in this study. Method: The Pittsburg Sleep Quality Index and the EORTC QLQ-C30 Cancer Patients’ Quality of Life Scale were applied to the patients who received chemotherapy alone with diagnosis of locally advanced and metastatic stage lung cancer at the time of diagnosis and after the third course of chemotherapy to evaluate sleep quality and quality of life. The mean age of the patients was 61.85 (± 6.80) and 89.8% of them were male. 69.5% of all patients had poor sleep quality at the time of diagnosis. Physical function was found to be affected the most in terms of functional parameters. The symptoms that most affected the quality of life were fatigue and dyspnea. Results: A significant correlation was observed between sleep quality and quality of life at the time of diagnosis in patients with lung cancer, but no significant change was found in sleep quality in the early period after chemotherapy. There was a statistically weak worsening in social functions and nausea symptom after chemotherapy and a statistically significant worsening in the malaise symptom when the quality of life scores were evaluated. Other quality of life parameters were generally similar to those before treatment. Conclusion: In conclusion, while chemotherapy does not make a significant change in the sleep quality of patients in the early period in patients with lung cancer, it may negatively affect the quality of life. |
9. | Pulmoner Emboli Şüpheli Hastalarda CRP, D-Dimer, D-Dimer/CRP’nin Klinik Olasılıkla İlişkisi ve Tanısal Değeri Relationship Between CRP, D-Dimer, D-Dimer/CRP with Clinical Probability and Diagnostic Value in Patients with Suspected Pulmonary Thoromboembolism Yunus Günkan, Cenk Babayiğit, Nursel Dikmendoi: 10.5222/IGH.2021.74745 Sayfalar 91 - 97 Amaç: Pulmoner tromboemboli ön tanısı ile BT pulmoner anjiyografi ve/veya akciğer sintigrafisi çekilen hastaların D-dimer, C-Reaktif Protein (CRP), D-dimer/CRP parametreleri incelenerek pulmoner tromboemboli için tanısal değerlerinin araştırılması planlandı. Böylece gereksiz BT Pulmoner Anjiografi çekilmesinin azaltılabileceği düşünüldü. Yöntem: Çalışmamızda, göğüs hastalıkları polikliniği ve acil servise başvuran ve pulmoner tromboemboli ön tanısı ile BT Pulmoner Anjiografi ve/veya akciğer sintigrafisi çekilen, eşzamanlı olarak D-dimer ve CRP tetkikleri çalışılan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Wells skoru ile D-dimer, D-dimer/CRP ve CRP kombinasyonunun pulmoner tromboemboli ön tanısında etkinliği ve güvenirliliği değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen pulmoner emboli şüpheli 79 hastanın 46’sına ileri testlerle pulmoner tromboembolizm tanısı konulmuştu. PTE tanısı koymada Wells skoru, D-dimer ve CRP’nin duyarlılığı ve özgüllüğü sırasıyla %41.3-100, %91.3-27.3 ve %84.7-42.4 bulunurken, D-dimer/CRP oranı cut off değeri 119,5 idi. Wells klinik skorlarına göre PTE olası olan hastalarda istatistiksel olarak anlamlı yüksek D-dimer düzeyi saptadık. Ancak, D-dimer/CRP oranı ve CRP düzeyleri istatistiksel olarak anlamsızdı. Sonuç: Çalışmamızda, D-dimer ve CRP oranları PTE görülen hastalarda anlamlı oranda yüksek bulundu fakat D-dimer/CRP oranları PTE ön tanısındaki duyarlılık ve özgüllüğü tanı koymada daha az değerli bulundu. Objective: It was planned to investigate the diagnostic values for pulmonary thromboembolisym (PTE) by examining D-dimer, C-Reactive Protein (CRP), D-dimer/CRP ratio of patients who underwent computed tomography pulmonary angiography (CTPA) and/or lung scintigraphy with pre-diagnosis of pulmonary embolism. So it was thought that unnecessary computed tomograpy pulmonary Angiography could be reduced. Method: In our study, patients who were admitted to the chest diseases outpatient clinic and emergency department, who underwent CT pumonary Angiography and/or lung scintigraphy with a pre-diagnosis of pulmonary embolism, and who were simultaneously studied for D-dimer and CRP examinations were retrospectively evaluated. The efficiency and reliability of the Wells score and the combination of D-dimer, CRP and D-dimer/CRP ratio in the prediagnosis of pulmonary embolism were evaluated. Results: 46 of 79 patients with suspected pulmonary embolism included in our study were diagnosed with pulmonary thromboembolism with advanced tests. While the sensitivity and specificity of Wells score, D-dimer and CRP in diagnosing PTE were 41.3-100%, 91.3-27.3% and 84.7-42.4%, respectively, the cut off value of D-dimer/CRP ratio was 119.5. We found statistically significant higher D-dimer levels in patients with probable PTE according to Wells clinical scores. However, D-dimer/CRP ratio and CRP levels were statistically insignificant. Conclusion: In our study, D-dimer and CRP ratios were found to be significantly higher in patients with PTE, but D-dimer/CRP ratios were found to be less valuable in the diagnosis of PTE sensitivity and specificity. |
OLGU SUNUMU | |
10. | Lobektomi Sonrası Gelişen Ağır ARDS'nin ECMO ile Başarılı Tedavisi Successful Treatment of Severe ARDS After Lobectomy By Using Extracorporeal Membrane Oxygenation Aybüke Kekeçoğlu, Burcu Ileri Fikri, Özkan Devran, Murat Haliloğludoi: 10.5222/IGH.2021.29392 Sayfalar 98 - 102 Pnömoni ve akut respiratuvar distres sendromu (ARDS), lobektomi sonrası yüksek mortalite riski taşıyan komplikasyonlardır. Oluşan hipoksiyi tedavi etmek için etkili bir tedavi stratejisi gereklidir. Ekstrakorporeal membran oksijenizasyonu (extracorporeal membrane oxygenation, ECMO) hipoksinin tedavisinde etkili bir yöntemdir, ancak lobektomi sonrası ciddi ARDS’de kullanımı ile ilgili veriler oldukça kısıtlıdır. Bu olguda akciğer kanseri nedeniyle opere edilen, sonrasında ciddi ARDS gelişen hastada ECMO’nun başarılı kullanımı rapor edilmiştir. Pneumonia and acute respiratory distress syndrome (ARDS) are highly mortal complications following lobectomy.An effective treatment strategy is necessary in order to cure hipoxemia due to limited pulmonary reserve. Extracorporeal membrane oxygenation (ECMO) is an effective method to deal with hypoxemia; however the data about its use in severe ARDS after lobectomy is limited. In this case successful use of ECMO in a postoperative patient with pulmonary malignancy who developed severe ARDS is reported. |
11. | Nitrofurantoin Kullanımına Bağlı Gelişen Akut Akciğer Toksisitesi: Bir Olgu Eşliğinde Acute Lung Toxicity Due to Nitrofurantoin Use: With A Case Meltem Yılmaz, Arif İşcan, Levent Cem Mutludoi: 10.5222/IGH.2021.65265 Sayfalar 103 - 108 5-nitrofuran türevi olan nitrofurantoin, kadın hastalarda komplikasyonsuz idrar yolu infeksiyonlarının tedavisinde ilk seçenektir. Kullanımında önemli yan etkiler bildirilmiştir ve bunlar arasında dozdan bağımsız olarak akciğer tutulumu da mevcuttur. Akut pulmoner reaksiyonlar genellikle nitrofurantoinin başlangıcından sonraki 3-8 gün içinde gelişir, ancak ilk dozdan birkaç saat ila 4 hafta sonra da ortaya çıkabilir. Bu olgu sunumunda, nitrofurantoin kullanımına bağlı, akut akciğer toksisitesi gelişen bir hasta sunulmuştur. Nitrofurantoin, a 5-nitrofuran derivative, is the first choice in the treatment of uncomplicated urinary tract infections in female patients. Significant side effects have been reported in its use, including lung involvement independent of dose. Acute pulmonary reactions usually develop within 3-8 days after start using nitrofurantoin. However, it can also occur a few hours to 4 weeks after the first dose. In this case report, a patient with acute lung toxicity due to nitrofurantoin use will be presented. |
12. | Mezotelyoma'nın Saçlı Deri Metastazı Scalp Metastasis of Mesothelioma İlkin Yetişkin, Berna Eren Kömürcüoğlu, Eylem Yıldırımdoi: 10.5222/IGH.2021.84856 Sayfalar 109 - 112 Mezotelyoma sıklıkla 40-60 yaş arasında görülen plevra, perikard ve peritonu döşeyen mezotel hücrelerinin primer malign tümörüdür.Malign mezotelyoma (MM), genellikle asbeste maruziyeti ile ilişkili gelişen kötü prognozlu nadir bir neoplazmdır. Agresif lokal invazyon ve metastatik yayılım ile karakterizedir. Tanı anında ve erken evrede toraks dışı lenfojen-hematojen metastazlar enderdir, Ancak hastalığın geç döneminde olguların en az yarısında metastaz gelişir.Seröz zarlar yayılımdan sonra kemik, sürrenal, karaciğere uzak metastazı sıklıkla izlenir. Cilt ve saçlı deri metastazı nadir olarak izlenmektedir. Olgumuz MPM nadir bir saçlı deri metastazı olması nedenli sunulmuştur. Mesothelioma is a primary malignant tumor of the mesothelial cells lining the pleura, pericardium and peritoneum, which is frequently seen between the ages of 40-60. Malignant mesothelioma (MM) is a rare neoplasm with a poor prognosis, usually associated with asbestos exposure. It is characterized by aggressive local invasion and metastatic spread. Extrathoracic lymphogenous-hematogenous metastases are rare at the time of diagnosis and in the early stage. However, metastases develop in at least half of the cases in the late stage of the disease. After the spread of serous membranes, distant metastases to the bone, adrenal gland, and liver are frequently observed. Skin and scalp metastases are rarely observed. Our case MPM is presented because it is a rare scalp metastasis. |