ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 34 (1)
Cilt: 34  Sayı: 1 - 2020
1.
Kapak
Cover

Sayfa I

2.
Danışma Kurulu
Advisory Board

Sayfalar II - IV

3.
Editör’den
Editorial

Sayfa V

4.
İçindekiler
Contents

Sayfalar VI - VII

ORIJINAL ARAŞTIRMA
5.
Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon Olgularının Özellikleri, Tedavi Yanıtına Ve Sağkalıma Etkili Faktörlerin Değerlendirilmesi
Characteristics of Pulmonary Arterial Hypertension Patients and Evaluation of Factors Affecting Treatment Response and Survival
Bilge Yilmaz Kara, Benan Musellim, Gül Ongen
doi: 10.5222/IGH.2020.1898  Sayfalar 1 - 11
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) tanılı hastaların klinik özelliklerinin, tedavi etkinliğinin ve sağkalıma etkili faktörlerin saptanmasını amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2005-2012 yılları arasında PAH tanısıyla takip edilen hastaların verileri retrospektif olarak incelendi. Hastalar; bağ dokusu hastalığına bağlı PAH (BDH), idiyopatik PAH (İPAH) ve doğumsal kalp hastalığına bağlı PAH (DKH) olarak gruplandırıldı.On sekiz yaşından küçük olanlar, ESC/ERS kılavuzu klinik sınıflamasına göre grup 1 dışındakiler ve malignitesi olanlar çalışmadan dışlandı. Demografik veriler, tedavide kullanılan ilaçlar, başlangıç ve takiplerdeki Dünya Sağlık Örgütü Fonksiyonel Sınıflaması (DSÖ-FS), 6 dakika yürüme mesafesi (6DYM) ve hemodinamik parametreleri hasta dosyalarından elde edildi. Takipte primer sonlanım noktası ölüm olarak belirlendi.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 43 hasta (K/E: 35/8, medyan (çeyrekler arası genişlik) yaş: 57 (16) yıl) alındı. Etyolojide 22 hastada BDH, 15 hastada İPAH, 6 hastada KKH saptandı. Medyan (çeyrekler arası genişlik) 23 (25,7) ay takip süresinde 20 (%46,5) hasta öldü. PAH etyoloji grupları arasında mortalite açısından fark görülmedi. Sağkalım süreleri başlangıç tedavisi olarak bosentan alanlarda inhaler iloprost alanlara göre daha uzun (ortalama 53,9±6,4 ay’a karşılık 18,8±4,9 ay, p= 0,001), başlangıç DSÖ-FS evresi ileri olanlarda ise daha kısa saptandı (DSÖ-FS II ve IV için sırasıyla ortalama 40,7±4,3 ay’a karşılık 13,4±4 ay, p<0,001). Cox regresyon analizinde başlangıç DSÖ-FS’nin ileri evrede olmasının hasta sağkalımını etkileyen tek bağımsız prognostik faktör olduğu belirlendi (Odds ratio: 14,72, p= 0,036).
TARTIŞMA ve SONUÇ: PAH hastalarında tanı anında DSÖ-FS evresi sağkalımın güçlü bir prediktörüdür. Bosentan alan hastaların sağkalımı inhaler iloprost alanlara göre daha iyi gibi gözükse de bu yargıya varabilmek için prospektif ve daha büyük çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: We aimed to determine the clinical features, treatment efficacy and survival factors of patients with pulmonary arterial hypertension (PAH).
METHODS: The data of patients followed up with PAH between 2005 and 2012 were reviewed retrospectively. The patients were grouped as PAH associated with connective tissue disease (CTD), idiopathic PAH (IPAH) and PAH due to congenital heart disease (CHD). Patients younger than 18 years of age, patients who belong to other pulmonary hypertension groups other than group 1, and those with malignancy were excluded. Demographic data, drugs used in treatment, functional class according to World Health Organization Functional Classification (WHO-FS), 6-minute walking distance (6MWD) and hemodynamic parameters at baseline and follow-up were obtained from the patient files. The primary endpoint of the follow-up was determined as death.
RESULTS: Totally 43 PAH patients (F/M: 35/8, median (IQR: Interquartile range): 57 (16) years) were enrolled. In the etiology 22 patients had CTD, 15 patients had IPAH, and 6 patients had CHD. During the median (IQR) follow-up period of 23 (25,7) months, 20 (46.5%) patients died. The mortality rates of etiological groups were similar. Compared to iloprost, bosentan group had lower stage of WHO-FC (p<0,01) and longer survival time (54,6 ± 6,3 versus 18,8 ± 4,9 months, p: 0,01). In the Cox regression analysis, the initial stage of WHO-FC was the only independent prognostic factor affecting patient survival (p: 0.007).
DISCUSSION AND CONCLUSION: WHO-FC is a strong predictor of survival. Prospective and larger studies are needed in order to clarify the survival benefit of bosentan compared with inhaled iloprost.

6.
Tedavi rehberlerine uygun olarak hastaneye yatırılan ve tedavi edilen toplumda gelişen pnömonili yaşlı bireylerin klinik seyir ve tedavi başarısının değerlendirilmesi
Evaluation of clinical course and treatment success of elderly patients with community-acquired pneumonia hospitalized and treated in accordance with the treatment guidelines
Özge Oral Tapan, Utku Tapan
doi: 10.5222/IGH.2020.1847  Sayfalar 12 - 19
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Pnömoniler, 60 yaş üstü popülasyonda, en sık ölüme neden olan enfeksiyon hastalıkları arasındadır. Çalışmamızda, ulusal tanı ve tedavi rehberine uygun olarak hastaneye yatırılan ve tedavi başlanan yaşlı pnömonili hastaların klinik seyir ve tedavi başarısını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yöntem ve Gereç: Ocak 2017-Haziran 2018 tarihleri arasında kliniğimize pnömoni tanısı ile yatırılarak, servis koşullarında tedavi edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Demografik bulgular, semptomlar, laboratuar ve radyolojik veriler, CURB-65 skorları, uygulanan antibiyotik tedavileri, hastanede yatış süreleri ve servis izlemlerinin sonlanış biçimleri değerlendirildi.
BULGULAR: Bulgular: 71’i 65 yaş ve üstü yaşlı hasta, 34’ü genç hastaydı. Ortalama yaş; yaşlı grupta 79.49±7.92, genç grupta 49.00±12.92’ydi. Semptomlar genç ve yaşlılarda benzer, ek hastalıklar, multilober infiltrasyonlar ve parapnömonik plörezi yaşlılarda daha fazlaydı. Klinik olarak anlamlı patojen bakteri üremesi oranları genç hastalarda %41.93, yaşlı hastalarda %20’ydi. Ortalama hastanede yatış süresi yaşlı grupta 11.35±5.49, genç grupta ise 7.58±4.48 gün saptandı (p=0.000). Akut böbrek yetmezliğinin ve plevral sıvının tedavi başarısını olumsuz etkilediği saptandı. Hastanede yatış süresi ile CURB-65 skoru, yaş, sigara paket yılı, multilober tutulum, eşlik eden KOAH, üre ve albumin değerleri arasında anlamlı ilişki bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Tedavi rehberlerine uygun olarak hastaneye yatırılan ve tedavi edilen pnömonili yaşlı bireylerin klinik bulguları genç hastalara göre daha şiddetli olsa da, bu durumun hospitalizasyon süresi uzun tutulduğunda tedavi başarısını etkilemediği gözlenmiştir. Yaşlı pnömonililerde altta yatan hastalığın araya giren enfeksiyon nedeniyle kötüleşmesi gibi faktörlere bağlı yatış süreleri uzamaktadır. Altta yatan medikal hastalıkların kontrolü, uygun beslenme ve sigara kullanımının önlenmesi ile hastanede yatış süreleri kısalacaktır.
INTRODUCTION: Aim: Pneumonias are the most frequent infectious diseases that cause death at the age of 60 and over. In our study, we aimed to evaluate the clinical course and treatment success of elderly patients with pneumonia who were hospitalized and treated according to national guidelines.
METHODS: Material and Methods: Between January 2017 and June 2018, the files of the patients with pneumonia were reviewed retrospectively. Demographic findings, symptoms, laboratory and radiological data, antibiotics, CURB-65 scores, duration of hospitalization and the ending type of stay were evaluated.
RESULTS: Results: Of 105 patients; 71 were old (79.49±7.92 years), 34 were young (49.00±12.92 years). Symptoms were similar in both; comorbidities, multilober infiltrations and parapneumonic pleurisy were more common in the elderly. Clinically significant pathogen bacterial growth rates were 41.93% in young and 20% in the elderly. The mean duration of hospitalization was longer in the elderly (11.35±5.49 days). Acute renal failure and pleural fluid negatively affected the success of the treatment. There was a significant relationship between duration of hospitalization and CURB-65, age, smoking year, multilobar involvement, accompanying COPD, urea and albumin values.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: Although clinical findings of elderly patients with pneumonia who were hospitalized and treated in accordance with treatment guidelines were more severe than youngs, it was observed that this condition did not affect the success of treatment when hospitalization period was long. Duration of hospitalization in the elderly is prolonged due to various factors such as the worsening of underlying disease. Control of underlying diseases, appropriate nutrition and prevention of smoking will decrease the duration of hospitalization and treatment success will increase.

7.
Düşük ADA Düzeyi Olan Tüberküloz Plörezili Hastalar, Yüksek ADA Düzeyi Olanlardan Farklı Mıdır?
Are Patients with Tuberculosis Pleurisy with Low ADA Levels Different from Those with High ADA Levels?
Ceyda Anar, Melih Büyükşirin, Melike Yüksel Yavuz, Filiz Güldaval, İbrahim Onur Alıcı
doi: 10.5222/IGH.2020.1812  Sayfalar 20 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Bu çalışmada düşük ADA düzeyi olan TPE’lu hastalar ile yüksek ADA düzeyine sahip olan hastaları klinik, radyolojik, sitopatolojik özellikleri yönünden karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yöntem ve Gereç: Torasentez yapılan tüberküloz plevral efüzyon (TPE) hastaları retrospektif olarak incelendi. Plevral sıvı profilleri düşük ADA seviyeleri ile yüksek ADA seviyeleri arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Bulgular: Çalışmaya 95 erkek, 43 kadın ve median yaş ortalaması 36 olan tüberküloz plörezi tanısı konan 138 hasta dahil edildi. Hastaların çeşitli klinik, sitopatolojik, mikrobiyolojik ve radyolojik özellikleri tabloda gösterilmiştir. Plevral sıvı ADA değeri düşük ve yüksek olan hastalar arasında yaş, cinsiyet, klinik, plevral sıvı miktarı (az, orta, masif), karakteri (serbest, loküle, ampiyem) ve sitolojisi (lenfosittik, nötrofilik, mix) yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Ancak plevral sıvı ADA değeri (≥ 40 IU/L) yüksek olanlarda parenkimal tutulumun, plevral kalınlaşmanın ADA değeri (< 40 IU/L) düşük olanlara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha fazla olduğu bulundu (sırasıyla p: 0,011, 0,016).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Tüberküloz plörezili hastaların klinik, radyolojik ve histopatolojik bulgularının ADA düzeyine göre farklılık göstermeyebileceği akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: Aim: we aimed to compare the patients with low ADA levels and patients with high ADA levels in terms of their clinical, radiological and cytopathological features.
METHODS: Material and Methods: Tuberculosis pleural effusion (TPE) patients who underwent thoracentesis were retrospectively reviewed. The pleural fluid profiles were compared between low ADA levels and high ADA levels.
RESULTS: Results: A total of 138 patients consisting of 43 women and 95 men, who were diagnosed with tuberculous pleurisy with a mean age of 36, were included in the present study. No statistically significant differences were detected among the patients who had low and high pleural fluid ADA levels in terms of age, gender, clinical symptoms, pleural fluid amounts (Low, Median, Massive), its characteristics (Free, Loculated, Empyema), and its cytology (Lymphocytic, Neutrophilic, Mix). However, it was determined that parenchymal involvement was higher at a statistically significant level in those who had high pleural fluid ADA values (≥40 IU/L), and those who had low ADA value of the pleural thickening (<40 IU/L) (p: 0.011; 0.016, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: It should be kept in mind that clinical, radiological and histopathological findings of patients with tuberculous pleurisy may not differ according to ADA level.

8.
Akciğer rezeksiyonu sonrası görülen bronkolplevral fistüllerde endobronşial tedavi
Endobronchial Treatment for Bronchopleural Fistula After Lung Resection
Hasan Oğuz Kapıcıbaşı, Volkan Baysungur
doi: 10.5222/IGH.2020.1862  Sayfalar 27 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Bu çalışmamızda akciğer rezeksiyonu sonrası, hala en korkulan komplikasyonlardan olan bronkoplevral fistül (BPF) tedavisinde endobronşial fistül onarımının yerini göstermeyi amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yöntem ve Gereç: Şubat 2006-Nisan 2010 tarihleri arasında, BPF gelişen 22 hasta içinden fistül büyüklüğü 3-10 mm olan ve endobronşial onarım yapılan 15 hasta, retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özelliklerine bakıldı. Ayrıca eşlik eden sistemik hastalıklar, steroid kullanımı, malnutrisyon, plöropulmoner enfeksiyon, adjuvant ve neoadjuvan kemo radyoterapi, bronşiyal güdükte rezidüel karsinamatöz doku kalması cerrahi sonrası evre, fistül oluşumda risk faktörü olarak kabul edildi.
BULGULAR: Bulgular: Çalışmaya katılan olguların hepsi erkekti ve yaş aralığı 50-80(ortalama: 61,3) idi. Olgularda primer hastalık göz önüne alındığında, 14’ü (% 93.3 ) malignensi nedeniyle, 1 ‘i (% 6,7) mdr tbc nedeniyle opere edildi. Olgularımızın 11’i sağ standart pnömonektomi, 1’i sağ sleeve pnömonektomi, 1’i sağ bilobektomi inferior ve diyafram rezeksiyonu, 2’si sol standart pnömonektomi uygulandı. Endoskopik yöntemle n-butil siyanoakrilat kullanılarak bronkoplevral fistül onarımı uygulanan 15 hastanın 12’ sinde başarı sağlandı ve başarı oranını %80 olarak belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Sonuc olarak endoskopik metodla doğru teknikle uygulanan n-butil siyanoakrilat gibi doku yapistircilarının, ucuz olmalari ve kolay uygulanabilmeleri nedeniyle ozelikle 10 mm altindaki BPF’ de ilk tercih olarak kullanilabilecek tedavi yontemlerinden biri olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Aim: In this study, we aimed to show the place of endobronchial fistula repair in the treatment of bronchopleural fistula (BPF) which is still one of the most feared complications after pulmonary resection
METHODS: Material and Methods: Between February 2006- April 2010, 22 patients developed BPF after lung resection. The study included retrospective evaluation of 15 patients with fistula size of 3-10 mm that underwent endobronchial repair. Demographic characteristics of the patients were analyzed. Also Patients concomitant systemic diseases, steroid usage, malnutrition, adjuvant and neoadjuvant chemo/radiotherapy, pleuropulmonary infections, remaining residual carcinomatous tissue in the bronchial stump, post-surgical stage of disease were accepted as a risk factors for fistula formation.
RESULTS: Results: All of the cases involved in the study were male and the age range was 50-80 (average: 61,3). When the primary disease was evaluated, 14 patients (93.3%) were operated for malignancy and 1 patient (6.7%) was operated due to multi-drug resistant tuberculosis. Right standard pneumonectomy was performed in 11 patients. In Addition; one patient had right sleeve pneumonectomy, one patient had right lower bilobectomy plus diaphragm resection and two patients had left standard pneumonectomy done. Success was achieved in 12 of the 15 patients who underwent bronchopleural fistula repair using N-butyl cyanoacrylate by endoscopic method. The success rate was 80%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: As a result, we think that application of tissue adhesives such as n-butyl cyanoacrylate by endoscopic method with the right technique that can be used as the first choice of treatment especially in BPF under 10 mm because of their low price and easy application.

9.
Küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinde PET-BT’de ölçülen SUVMax değerinin evre ve sağ kalım ile ilişkisi.
The association of the SUVMax value measured on PET-CT with the stage and survival in nonsmall cell lung cancers.
Coşkun Doğan, Sevda Şener Cömert, Nesrin Kıral, Elif Torun Parmaksız, Ali Fidan, Berrin Zİnnet Eraslan, Benan Çağlayan
doi: 10.5222/IGH.2020.1889  Sayfalar 35 - 42
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinde (KHDAK), pozitron emisyon tomografi-bilgisayarlı tomografide (PET-BT) ölçülen maksimum standart uptake (SUVMax) değerlerinin evre ve sağ kalım ile ilişkisi araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yöntem ve Gereç: Çalışmaya 2014-2017 yılları arasında KHDAK tanısı alan olgular dahil edildi. Olgular erken evre (Evre 1-2) ve lokal ileri/ileri (Evre 3-4) olarak iki gruba ayrıldı. Olguların demografik-radyolojik özellikleri, kanser histopatolojileri, evreleri, PET-BT’de raporlanan SUVMax değerleri, ölen hastaların ulusal ölüm bildirim sisteminden ölüm zamanları kayıt edildi. İki grubun verileri birbirleri ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Bulgular: Çalışmaya 133’ü (%46.3) erken evre, 154’ü (%53.7) lokal ileri/ileri olan 287 olgu dahil edildi. Erken evre KHDAK olgularda ortalama SUVMax değeri 14.5 iken, ileri evre olgularda 16.8’di (p=0.034). PET-BT’de SUVMax değeri 12 ve üstünde raporlanan olguların (n=101) median sağ kalımı 15±1.4 ay iken, 11 ve altında raporlanan olguların (n=186) median sağ kalımı 25±3.1 aydı (p=0.046). Yapılan lojistik regresyon modelinde tümör SUVMax değerinin tek başına sağ kalıma istatistiksel anlamlı bir etkisi yoktu (p=0.332).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Düşük SUVMax değerleri ile erken evre KHDAK’lar arasında bir ilişki vardır. Görece düşük SUVMax değerleri sağ kalımla ilişkili görünmekle birlikte, tek başına sağ kalıma etkisi tartışmalıdır.
INTRODUCTION: Aim: To investigate the association of the maximum standard uptake (SUVmax) levels measured on positron emission tomography-computed tomography (PET-CT) with the stage and survival in non-small cell lung cancers (NSCLC).
METHODS: Material and Methods: Patients diagnosed as having NSCLC between 2014 and 2017 were included in the study. Patients were divided into two groups as the early stage (Stage 1-2), and locally advanced/advanced stage (Stage 3-4) disease. The demographic-radiologic features, cancer histopathologies, stage, the SUVMax levels reported on PET-CT, the time of death of the patients from the national death reporting system were recorded. The data of two groups were compared.
RESULTS: Results: A total of 287 patients including 133 (46.3%) patients in the early stage, and 154 patients (53.7%) in the locally advanced/advanced stage were included in the study. The mean SUVMax value was 14.5 in early stage NSCLC patients, and the SUVMax value was 16.8 in patients with the advanced stage disease (p: 0.034). The median survival was 15±1.4 months of the patients (n: 101) whose SUVMax value was reported as 12 and above on PET-CT, and the median survival of the patients (n: 186) whose SUVMax value was reported as 11 and below was 25±3.1 months (p: 0.046). The logistic regression model showed that the tumor SUVMax value alone had no statistically significant effect on survival (p: 0.332).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: There is an association between the lower SUVMax values and early stage NSCLCs. Although the relatively lower SUVMax values seemed to be associated with survival, its effect on survival alone was controversial.

10.
Plazminojen aktivatör inhibitörü tip-1 gen (PAİ-1) polimorfizmi ve pulmoner emboli arasındaki ilişki.
Association between plasminogen activator inhibitor type-1 gene (PAI-1) polymorphism and pulmonary embolism.
Filiz Çulfacı Karasu, Mükremin Er, Hatıce Canan Hasanoglu, Gulay Ceylan
doi: 10.5222/IGH.2020.1746  Sayfalar 43 - 49
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Pulmoner tromboemboli (PTE) kalıtsal ve kazanılmış risk faktörlerine bağlı gelişebileceği gibi idiopatik olarak ta karşımıza çıkabilir. Plazminojen aktivatör inhibitör-1 (PAİ-1) plazmada plasminojen aktivatörünün esas inhibitörüdür. Plasminojenin plazmine dönüşümünde aktivatör görev yapan doku plasminojen aktivatörü ve ürikinaz’ ı inhibe eder. Bu çalışmanın amacı PTE gelişiminde PAİ-1 gen polimorfizminin tek başına ve diğer genetik mutasyonlarla birlikte etkinliğini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yöntem ve Gereç: Çalışmaya 64 PTE hastası ve 60 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Kalıtsal risk faktörlerinden PAİ-1 gen polimorfizmi, Faktör V leiden mutasyonu, Faktör V 1299, Metilen tetrahidrofolat redüktaz C677 ve A1298, Faktör II G20210A (protrombin gen mutasyonu) çalışıldı. Ayrıca hastaların kazanılmış risk faktörleri belirlendi. Hasta grubunda HDL, homosistein, D-dimer düzeyleri çalışıldı.
BULGULAR: Bulgular: Hasta grubunda yaş ortalaması 60.8 ± 15.4 ve kontrol grubunda yaş ortalaması 56.6 ± 16.9 idi. Hasta grubunda PAİ-1 gen polimorfizmi 5G/5G (normal) olan 18 kişi, 4G/5G olan 27 kişi, 4G/4G olan 19 kişi vardı. Kontrol grubunda PAİ-1 gen polimorfizmi 5G/5G (normal) olan 11 kişi, 4G/5G olan 34 kişi, 4G/4G olan 15 kişi vardı. Hasta ve kontrol grubu karşılaştırıldığında fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). PAİ-1 gen polimorfizmleri ile diğer genetik risk faktörlerinin ikişerli ve üçerli birlikteliği hasta ve kontrol grubunda karşılaştırıldığında fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Sonuç olarak çalışmamızda; PAİ-1 gen polimorfizminin diğer mutasyonlarla birlikte veya yalnız olarak pulmoner tromboemboli riskini artırdığına dair veriye ulaşılamamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Çalışmamızda, PAİ-1 gen polimorfizminin diğer mutasyonlarla birlikte veya yalnız olarak pulmoner tromboemboli riskini artırdığına dair veriye ulaşılamamıştır.
INTRODUCTION: Aim: Pulmonary embolism (PE) is one of the major causes of the death worldwide anddevelops due to hereditary and acquired risk factors, or may be idiopathic. Plasminogen activator inhibitor-1 (PAI-1) is an inhibitor of the plasminogen activator in plasma. The objective of this study is to investigate the effectiveness of PAI-1 gene polymorphism in the development of pulmonary embolism alone and in combination with other genetic mutations.
METHODS: Material and Methods: In our study, 64 patients with PE and a control group of 60 individuals were enrolled. PAI-1 gene polymorphisms, factor V Leiden mutation, factor V 1299, methylene tetrahydrofolate reductase C677 and A1298, and factor II G20210A were studied.
RESULTS: Results: In the patient group, 18 had PAI-1 gene 5G/5G polymorphism (normal), 27 had 4G/5G polymorphism and 19 had 4G/4G polymorphism. In the control group, 11 had PAI-1 5G/5G polymorphism (normal), 34 had 4G/5G polymorphism and 15 had 4G/4G polymorphism. There was no statistically significant difference between patients and the control group in terms of PAI-1 gene polymorphism (p>0.05). Also, we found a weak association between PAI-1 gene polimorphism and pulmonary embolism.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: It was found in our study that PAI-1 gene polymorphism is not a significant but probable risk factor for PE in our country. In order to achieve more accurate data, further expanded multi-centre studies should be considered.

OLGU SUNUMU
11.
KAVİTER LEZYONUN BİN BİR YÜZÜ: Pulmoner Emboli Tanılarından Akciğer Kanserine Uzanan Bir Yolculuk
THOUSAND FACE OF CAVİTARY LESİON: Journey from Diagnosis of Pulmonary Embolism to the Lung Cancer
Damla Serçe Unat, Gulru Polat, Gülistan Karadeniz, Ömer Selim Unat, Aysu Ayrancı
doi: 10.5222/IGH.2020.1877  Sayfalar 50 - 54
Kaviter lezyonların ayırıcı tanısında birçok hastalık bulunmaktadır. En sık enfeksiyon hastalıklarına bağlı olarak gelişmektedir. Ancak kaviter lezyonlar tetkik edilirken malignite tanısı da akılda bulundurulmalıdır. Kaviter lezyon ile takip edilen olgumuzda pulmoner emboli gelişmiş daha sonra ileri incelemelerde akciğer kanseri tanısı konulmuştur. Kaviter lezyonun radyolojik görünümlerine göre bazı hastalıklar öngörülebilmesine rağmen bazen radyolojik görünüm yanılgıya götürebilmekte hatta son tanının konulmasında gecikmeye neden olabilmektedir. Biz bu olgumuzu kaviteyle gelen genç hastada kaviteye eşlik eden birçok hastalığın bulunması, kaviter lezyona malignitenin eşlik etmesi ve tanıda gecikmenin nedenlerinin analiz edilebilmesi, kaviter lezyonlar incelenirken çok yönlü bakış açısının sağlanması gerekliliğini vurgulamak amacı ile sunduk.
There are so many diseases at differential diagnosis of cavitary lesions. Mostly cavitary lesions develop because of infectious diseases also malignancy should be kept in mind. Our case was diagnosed with cavitary lesion in the follow-up pulmonary embolism occurred. With detailed examination lung cancer has been diagnosed. Some diseases can be predict by radiological signs of cavitary lesion but sometimes radiological signs can mislead us and also can be delay the final diagnosis. We present this case in order to emphasize the necessity of finding a multidimensional perspective while examining the cavitary lesions, the presence of many diseases accompanying the cavity, the presence of malignancy associated with the cavitary lesion and the analysis of the causes of delay in diagnosis.

LookUs & Online Makale