ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 29 (3)
Cilt: 29  Sayı: 3 - 2015
ORIGINAL ARTICLE
1.
PULMONER EMBOLİDE TANIYA DESTEK OLABİLECEK NON-İNVAZİV PARAMETRELERİN İNCELENMESİ
EVALUATION OF NON- INVASIVE PARAMETERS IN PULMONARY EMBOLISM
Yasemin SAYGIDEĞER KONT, Özlem SEVER, Emine SEVGİ, Burcu Oktay ARSLAN, Hikmet FIRAT, Sadık ARDIÇ
Sayfalar 119 - 125
Amaç: Acil serviste pulmoner emboli (PE) düşünülen hastalarda kullanılan klinik skorlama sistemlerinden Genova ve Wells' Skorlama sistemlerini karşılaştırmak, d-dimer/fibrinojen oranının tanıyı destekleyip desteklemediğini araştırmak ve tanıyı destekleyici ek non-invaziv bir parametre olup olmadığını incelemek. Gereç ve Yöntem: Araştırmaya D-Dimer sonucu yüksek bulunarak göğüs hastalıkları kliniğine konsulte edilen PE ön tanılı 78 hasta alındı. Hastaların yakınmaları ve PE açısından risk faktörü oluşturabilecek öyküleri sorgulandı, arteriyel kan gazı analizleri, Genova ve Wells Klinik Skorlamaları yapıldı, posteroanterior (PA) akciğer grafileri ve fizik muayene bulguları ve BKİ‘leri kaydedildi, fibrinojen ve C- reaktif protein (CRP) düzeyleri çalışıldı. Hastalar tanılarını spiral toraks bilgisayarlı tomografisi (BT) ile aldı. Bulgular: Demografik ölçütlerde PE(+) ve PE(-) gruplar arasında PE(+) grup daha yaşlı olmakla birlikte bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Cinsiyet ve sigara içimlerinde her iki grup arasında fark yoktu. BMI değerleri PE(+) grupta anlamlı yüksek bulundu. Dört hafta içinde geçirilmiş operasyon öyküsü, hormon replasmanı veya oral kontraseptif kullanımı, immobilizasyon gibi risk faktörlerinden en az birinin bulunması istatistiksel olarak anlamlı bulunmazken, Genova ve Wells Skorlamalarından Wells'in orta ve yüksek olasılıklı olarak ayırdığı hastalar PE(+) grupta anlamlı bulundu. Tek başına fibrinojen bu çalışmada gruplar arasında anlamlı bir sonuç vermezken d-dimer/fibrinojen oranı da istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. PA akciğer grafide diafragma elevasyonu veya atelektaziden en az birinin bulunması da PE(+)'lerde anlamlı olarak bulundu. Sonuç: Wells Skorlama Sisteminin acil serviste Genova'ya göre daha yararlı olabileceği görülmektedir. PA Akciğer bulgularının PE'de yüksek prediktif değerinin olduğu ve Wells' klinik skorlama ile birlikte değerlendirildiğinde daha anlamlı sonuç alındığı görülmektedir. D-dimer/ fibrinojen oranı bu çalışmada anlamlı çıkmamakla birlikte vaka sayısının daha çok tutulacağı gelecek çalışmalarda tanıya destek olabileceği düşünülmektedir.
Aim: To compare the predictive accuracy of Wells' score (WS) and Genova score (GS); to assess the ability of d-dimer/fibrinogen ratio in predicting pulmonary embolism (PE), and to evaluate additional non-invasive tools in PE. Material and Methods: Patients with suspected PE and d-dimer level >500µg/mL were included in the study. Their complaining, history, physical examination findings, electrocardiography and chest radiogram findings and body mass index (BMI) were recorded. Arterial blood analyses, Creactive protein (CRP) and fibrinogen levels were recorded. Genova and Wells' scores were established. PE was diagnosed by spiral computerized tomography (sCT). Results: Overall 78 patients were included in the study. Thirty three were PE negative (PE (-)) and 45 were PE positive (PE (+)). None of the PE (-) patients developed PE during next 3 months. PE (+) patients appeared to be older than PE (-), but there were no significant difference. Also distribution of gender and smoking were similar in both groups. BMI was significantly higher in PE (+). Having at least one of the risk factors of PE had no significant importance. WS's predictive values (at cut off point 2) were significant. Fibrinogen or CRP alone had neither negative nor positive predicting value and also ddimer/ fibrinogen ratio was not significant statistically in this study. Having any of diaphragma elevation or atelectasis were significant in predicting PE. Conclusion: WS appeared to be more useful than GS in predicting PE. PA chest radiogram findings appear to increase predictivity when used together with WS. D-dimer/ fibrinogen ratio was not useful to predict PE patients in this study.

2.
KÜÇÜK HÜCRELİ DIŞI AKCİĞER KANSERİ OLGULARINDA PET/BT'DEKİ PRİMER TÜMÖR SUVMAX DEĞERİNİN PROGNOSTİK DEĞERİ VE UZAK ORGAN, LENF NODU METASTAZI İLE İLİŞKİSİ
PROGNOSTIC IMPORTANCE OF SUV MAX VALUE IN PET/CT AND CORRELATION SUV MAX VALUE BETWEEN LYMPH NODE, DISTANT METASTASIS IN NON SMALL CELL LUNG CANCER
Erdem YALÇINKAYA, Ceyda ANAR, Melike Yüksel YAVUZ, İpek ÜNSAL, Filiz GÜLDAVAL, Derya KOCAKUŞAK, Hüseyin HALİLÇOLAR
Sayfalar 127 - 137
Amaç: Çalışmamızda Küçük hücreli dışı akciğer kanserli (KHDAK) olgularda, tedavi öncesi Floro deoksi glikoz-Pozitron Emisyon Tomografi ve Bilgisayarlı Tomografi'de (FDG-PET/BT) SUVmax (standart uptake value) değerinin; sağkalım ile korele olup olmadığını belirlemek ve primer tümör SUVmax değerinin uzak organ ya da lenf bezi metastazı ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Yöntem ve Gereç: Ocak 2010-Aralık 2013 tarihleri arasında İzmir Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi 2. serviste yeni tanı konulan ve evrelemesinde FDG-PET/BT kullanılan 208 KHDAK'li olgunun dosyaları retrospektif olarak incelendi. Olguların dosyalarından hastaların cinsiyet, yaş, sigara öyküsü, performans durumu, tanı tarihi, histolojik tipi, evresi, ilk progresyon tarihi, ölüm tarihi ve kitle, lenf nodu ve metastaz gelişmiş odağın FDG-PET/BT'deki SUVmax değerleri SPSS programına kaydedildi. Bulgular: T SUVmax ortalama değeri erkeklerde ve tümör çapı 5 cm üzerinde olanlarda anlamlı derecede yüksek bulundu (sırasıyla p:0,025 ve p:0,001). Tümör tipi adenokanser olanlarda T SUVmax değeri anlamlı düzeyde düşük saptandı (p:0,01).T SUVmax değeri ile evre ve tümörün yerleşim yeri olan periferik ya da santral olması arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (sırasıyla p:0,0530, p: 0,0902).T SUVmax ortalaması T1 olanlarda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük (p:0,011)saptanırken, T4 olanlarda ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p:0,019). N ve M faktörü ile T SUVmax değeri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Primer tümör T SUVmax değeri, sağ kalan hastalarda 15,03±6,07 iken ölen hastalarda ise 15,33±6,50 idi. Sağ kalan ve ölen hastalar ile primer tümör T SUVmax ortalama değeri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p:0,74) Sonuç: Bu çalışma, KHDAK'lı olguların, sağkalım süresinde FDG-PET/BT'deki primer tümör SUVmax değerinin önemli rolü olmadığını düşündürtmüştür.
Aim: In our study, we aimed to investigate the correlation between the SUVmax value of pretreatment FDG- PET/CT and survival and to determine whether the SUVmax value of primary tumor correlates with distant organs or lymph node metastases in non-small cell lung cancer (NSCLC) patients. Material and Methods: Between January 2010- December 2013 newly diagnosed and scanned with FDG-PET/CT 208 NSCLC patients were analyzed retrospectively at İzmir Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi, 2nd chest diseases clinic. From the files of the cases patients's sex,age,smoking history, performance status,date of diagnosis, histological type,stage,first progression date, death date and FDG-PET/CT SUVmax values of the primary tumor,lymph node and metastases were recorded in the SPSS. Survival time was defined as;between the date of diagnosis and the date of death searched from Mernis System or the last application date to us whether patient is alive. Results: T SUVmax values were significantly higher in men and tumor size greater than 5 cm (p:0,025 and p: 0,001).T SUVmax value was significantly lower in Adenocarcinoma (p:0,01). There was no statistically significant difference between T SUVmax value and the stage and tumor localization (p:0,0530, p:0,0902) TSUVmax value were found statistically significantly lower in T1 patients (p =0.011) than in T4 patients (p=0.019). There was no statistically significant difference between N and M factor and T SUVmax values (p> 0.05).T SUVmax value was 15,03±6,07 and 15.33±6.50 in alive, death patients respectively. There was no difference between T SUVmax value and alive, death patients (p=0.74). Conclusion: It was considered that SUVmax does not play an important role in the survival period of NSCLC patients.

3.
GÖĞÜS HASTALIKLARI PRE-OPERATİF KONSÜLTASYONU YAPILAN HASTALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
EVALUATION OF THE PRE-OPERATIVE CONSULTATION REFERRED FOR THE CHEST DISEASES
Funda ULUORMAN, Ayşe DALLI, Sibel ÖKTEM AYIK, İpek ÇOŞKUNOL, Zehra Canan KAÇAR, Aydın İlker ALP, Melek ÇEKİÇ
Sayfalar 139 - 143
Amaç: Göğüs Hastalıkları diğer klinikler tarafından en fazla konsültasyon istenen bölümlerden biridir. Konsültasyonların en sık istenme nedenleri arasında preoperatif değerlendirmeler yer almaktadır. Bu çalışmamızda göğüs hastalıkları hekimlerinin günlük pratiğinde önemli bir yer tutan preoperatif konsültasyonların etkinliği ve sonuçları ile ilgili bir değerlendirme yapmayı amaçladık Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada 1100 yataklı bir bölge hastanesinde 01/08/2013 ile 01/11/2013 arasındaki tarihlerde yatan hastalardan istenmiş 285 hastaya ait preoperatif konsültasyon, retrospektif olarak incelendi. Poliklinik konsültasyonları çalışmaya dahil edilmedi. Bulgular: En sık preoperatif konsültasyon isteyen klinik ortopedi (% 29.1), ikinci klinik genel cerrahi (%12.6) ve daha sonra kalp damar cerrahisi (%12.3) idi. İkiyüzseksenbeş hastanın 251'i (%88) cerrahi için onay aldı. İlginç olan bir husus 42 hastanın (%14.7) preoperatif değerlendirmede onay almış olmasına rağmen cerrahi işleme alınmadığı izlendi. Postoperatif pulmoner komplikasyon gelişmiş olan hastaların preoperatif konsültasyonları incelendiğinde komplikasyonları öngörmede preoperatif değerlendirmenin etkin rolü olduğu görüldü. Sonuç: Göğüs hastalıkları preoperatif konsültasyonu doğru ve uygun hastalara yapıldığında klinik yararı büyüktür. Ancak günlük pratiğimizde gereksiz istenmiş göğüs hastalıkları konsültasyonları ciddi iş yükü getirmektedir.
Aim: Pulmonary diseases is the department which the colsultation is most requested. The most frequently requested consultation is preoperative evaluation. We want to make an assessment of the preoperative consultation which take an important place in our daily practice of chest physicians. Material and Methods: In this study, a 1100-bed regional hospital, between 01/08/2013 and 01/11/2013 were retrospectively analyzed preoperative consultation of 285 patients. Polyclinic consultation were excluded from the study. Results: 251 of 285 patients (88%) received approval for surgery. Orthopedics with 83 patients (26.0%) is the first one of all preoperative consultation. It is interesting that 42 patients (14%) are received approval for surgery although surgery is not approved. This brings unnecessary workload to the chest physicians in our daily practice. We still see that preoperative consultations is effective to predict preoperative complications. Conclusion: When preoperative consultation is made by chest physicians to appropriate and correct patients then clinical benefit is great. However, in our daily practice pulmonary disease consultation that are unnecessary ,brings serious workload.

4.
SİGARA BIRAKMA TEDAVİSİNDEKİ HASTALARIMIZIN GENEL ÖZELLİKLERİ VE TEDAVİ BAŞARISINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER
GENERAL CHARACTERISTICS OF SMOKING CESSATION PATIENTS AND FACTORS EFFECTING TREATMENT SUCCESS
Adem YILMAZ, Ayşe TURAN
Sayfalar 145 - 149
Amaç: Sigara kullanımı sadece ekonomik ve sosyal bir problem değil, aynı zamanda bir sağlı sorunudur. Sigaranın sağlık üzerine etkileri hakkında toplumsal farkındalık arttıkça, sigara bırakma ünitelerine başvurular da artmaktadır. Bu çalışmada, sigara bırakma polikliniklerine başvuran hastaların özellikleri, sigara bırakma üzerinde etkili faktörleri ve tedavi şekillerinin etkinliklerini araştırdık. Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak 2085 hastanın verileri incelendi. Tüm hastalara gruplar halinde ve bireysel olarak sigara bağımlılığı, sağlık üzerine etkileri ve nasıl bırakılacağı konularında bilgiler verildi. Tüm hastalar 1 yıl boyunca takip edildi. İlaçların etki ve yan etkileri, yoksunluk semptomları ve ekshale CO değerleri kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya 2085 (%64,5 erkek ve %35,5 kadın) hasta alındı. Ortalama yaş 42.82 ± 13.09 idi. Toplam 1967 (%94,3) hastaya ilaç tedavisi başlandı. Bunlarda 940 tanesi ilaçları kullanmadı. Kalan 1027 (%49,2) hasta ilaç tedavisini kullandı. İlk üç ayda 709 (%34) hasta sigarayı bıraktı. Bunlarda 458'inde (%64,6) yoksunluk gelişti ve bu olgulardan 212'si yeniden sigaraya başladı. Sonuç olarak üç ayın sonunda 497 (%23,8) hasta başarılı bir şekilde sigarayı bıraktı. Düzenli takipte olan, ilaç tedavisi alan ve yoksunluk yaşamayan hastalarda tedavi başarısı istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti. Aynı zamanda eğitim derecesi de sigara bırakma başarısı ile doğru orantılıydı. Sonuç: Bu çalışmada düzenli takip, ilaç tedavisi, yoksunluk olup olmamasının ve eğitiminin sigara bırakma başarısını etkilediğini gösterdik. Davranışsal destekle beraber hastaya göre planlanmış ilaç tedavisi başarıyı artırmaktadır. Yakın takip ve ilaçlar için geri ödemenin tedavi başarısı için gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: Smoking is not only economical and social problem but also a health problem. As public awareness raising about health effects of smoking, admission to smoking cessation units are rising. In this study we searched for the patient characteristics, factors affecting smoking cessation and effectiveness of therapy modalities. Material and Methods: Medical data of 2085 patients were evaluated retrospectively. All patients were given group and individual information about nicotine dependance, health effects and how to quit. All patients were followed up for 1 year. Effects and side effects of pharmacotherapy, abstinence symptoms and exhaled CO were recorded. Results: Total of 2085 patients (64.% male and 35.5% female) included in the study. Mean age was 42.82 ± 13.09. Total of 1967 (94.3%) patients were started on pharmacotherapy. Of these 940 patients (45.1%) didn't use medications. Remaining 1027 (49.2%) patients had pharmacotherapy. In first three months 709 (34%) patients stopped smoking. Of these 1027 patients, 734 (35.1%) didn't complain any side effects. In first three months 709 (34%) patients stopped smoking. As a result at the end of first three months 497 (23.8%) patients stopped smoking succesfully. Success of smoking cessation was statistically significantly higher in In patients whom had regular visists, had pharmacotherapy and didn't have abstinince. Conclusion: In this study we showed that regular visits, pharmacotherapy, abstinince and education affects the succes of quiting smoking. Behavioral support with individually planned pharmacotherapy increases the success of treatment. We think that strict follow-up and reimbursement for medications are needed for successful treatment.

5.
MEDİASTENİN NADİR BİR PATOLOJİSİ: 7 OLGU NEDENİYLE TİMİK KİSTLER
A RARE PATHOLOGY OF MEDIASTINUM: THYMIC CYSTS DUE TO SEVEN PATIENTS
Ahmet ÜÇVET, Soner GÜRSOY, Mehmet ÜNAL, Esra YAMANSAVCI ŞİRZAİ, Banu YOLDAŞ, Ozan USLUER
Sayfalar 151 - 154
Amaç: Timik kistler, ön mediasten kitleleri içinde %1-5 sıklıkta karşımıza çıkan benign lezyonlardır. Radyolojik olarak düzgün sınırlı olup, düşük dansitede olan bu kistlerin ayırıcı tanısında diğer mediasten kistleri ve tümörleri yer alır. Bu çalışmada kliniğimizde timik kist nedeniyle opere edilen 7 olgunun değerlendirilmesi amaçlanmış ve bu olgular literatür eşliğinde tartışılmıştır. Yöntem ve Gereç: 2007-2012 yılları arasında Timik kist nedeniyle cerrahi tedavi uygulanan 7 hasta retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Timik kist tanısı alan, yaşları 37-70 arasında değişen (ortalama 50.6 +/- 11.6) hastaların 5'i kadın, 2'si erkekti. Literatürde çoğu olgu asemptomatik olarak belirtilmesine rağmen bizim olgularımızın tümü çeşitli semptomlarla başvurmuştu. Üç olguya median sternotomi, 2 olguya sağ posterolateral torakotomi ve 2 olguya videotorakoskopi ile rezeksiyon uygulandı. Ortalama kist büyüklüğü 8,4±2.6 cm (4-10 cm) idi. Hiçbir olguda malignite ve komplikasyon saptanmadı, takiplerinde nüks izlenmedi. Sonuç: Timik kistler, her ne kadar benign lezyonlar olsa da bası semptomlarına yol açabilmeleri ve diğer mediastinal patolojilerden kesin ayrıcı tanılarının yapılabilmesi için cerrahi olarak tedavi edilebilmektedirler. Seçilecek cerrahi yöntem ise lezyon lokalizasyonuna ve cerrahın tecrübesine bağlı olarak değişebilmektedir.
Aim: Thymic cysts are benign lesions representing %1-5 of all anterior mediastinal masses. Radiologically they are well circumscribed, hypodense cysts and differential diagnosis consist of other mediastinal cysts and tumours. In this study we aimed to evaluate patients, operated in our department due to thymic cyst, under the light of the literature. Material and Methods: Seven patients, operated due to thymic cyst between 2007-2012, were analysed retrospectively. Results: The mean age and age range of the 5 female and 2 male patients were 50.6±11.6 and 37-70 respectively. Eventhough thymic cysts are reported to be asymptomatic in the literature, all of our cases were admitted with various symptoms. For three patients median sternotomy, right posterolateral thoracotomy for two and videothoracoscopic resection were performed for the rest two patients. Median size of the cysts were 8,4±2.6 cm (4-10 cm). In none of these patients neither a malignancy nor a complication was detected, and all are under follow up without any recurrence. Conclusion: Surgical resection is the recommended treatment method for thymic cysts, in the consequence of their potential compressive effect on surrounding tissues and to get a certain diagnosis. The selection of the surgical technique depends on the localization of the lesion and the experience of the surgeon.

6.
SPONTAN REGRESYON İZLENEN LANGERHANS HÜCRELİ HİSTİYOSİTOSİZ: OLGU SUNUMU
SPONTANEOUS REMISSION IN LANGERHANS CELL HISTIOCYTOSIS: A CASE REPORT
Melike Yüksel YAVUZ, Ceyda ANAR, Erdem YALÇINKAYA, İpek ÜNSAL, Filiz GÜLDAVAL, Derya DENİZ, Hüseyin HALİLÇOLAR, Zekiye AYDOĞDU
Sayfalar 155 - 159
Pulmoner eozinofilik granülom olarak da bilinen Langerhans hücreli histiyositoz, pulmoner Histiyositoz- X sendromuna ait bir interstisyel akciğer hastalığıdır. Genç sigara içen hastalarda daha sık görülmektedir. Tanı klinik ve tipik radyolojik bulgularla konulabilse de esas tanı patolojik incelemeyle konulur. Tedavinin temelini sigarayı bıraktırma oluşturur. Beş aydır eforla artan nefes darlığı yakınması ile polikliniğimize başvuran 39 yaşında bayan hastanın 15 yıl bir paket/gün sigara içme öyküsü mevcuttu. Yüksek rezolüsyonlu toraks bilgisayarlı tomografisinde her iki akciğer parankim alanlarında üst ve orta zonlarda daha belirgin, alt zonlarda daha hafif ve küçük, kaviter ve kistik nodüler lezyonlar mevcuttu. Bronkoalveolar lavaj sıvısının immünohistokimyasal boyamasında S- 100 yüzey antijeni pozitifliği gösteren Langerhans hücreleri görüldü. Sadece akciğer tutulumu olan ve sigaranın bırakılması ile lezyonlarında gerileme görülen olgumuzu sunmayı uygun bulduk.
Langerhans Cell Histiocytosis, also known as pulmonary eosinophilic granuloma, is a part of the pulmonary histiyositozis-X syndrome and is a form of interstitial lung disease. It is common among young smoker patients. Although the diagnosis is based on the clinical and typical radiological findings, pathological examination is necessary for final diagnosis. Smoking cessation is main stay of treatment. A 39-year-old female patient referred to our clinic with the complaint of dispne for the last five months. She is a current smoker and had a smoking history of 15 packedyear. In high resolution computed tomography, cystic-cavitary appearances markedly in upper lobes were observed. Bronchoalveolar lavage showed some Langerhans cells with S-100 antigen positivity. We report a case of eosinophilic granuloma in whom spontaneous disease regression was obtained with only smoking cessation.

7.
NADİR GÖRÜLEN BİR PULMONER METASTAZ: DERMATOFİBROSARKOMA PROTUBERANS
A RARE PULMONARY METASTASES: DERMATOFIBROSARCOMA PROTUBERANS
Onur AKÇAY, Ozan USLUER, Özgür SAMANCILAR, Şeyda ÖRS KAYA, Şaban ÜNSAL, Ali Galip YENER
Sayfalar 161 - 163
Dermatofibrosarkom protuberans (DFSP) nadir görülen deri tümörlerindendir. Dermatofibrosarkom protuberans nadiren uzak metastaz yapar. Uzak metastaz, sıklıkla tekrarlayan lokal rekürrenslerden sonra gelişir. Bilateral metastaz ve bilateral rekürrens nadir görülür. Dermatofibrosarcoma protuberansın akciğer metastazında cerrahi tedavi sonuçları kemoterapiye göre daha iyi sonuç vermektedir. Birden fazla metastaz olması durumunda ve nüks olasılığına karşı mümkün olduğunca parankim koruyucu rezeksiyon yapılmaya çalışılmalıdır. On yıl önce dermatofibrosarcoma protuberans nedeni ile radikal rezeksiyon ve kemoterapi tedavisi görmüş olan otuz dört yaşında kadın hasta kliniğimize başvurdu. Sağ ve sol hemitorakstan ikişer kez olmak üzere toplam dört kez metastektomi uygulanmış olan ve rutin takipleri sağlıklı olarak takip edilmekte olan hasta literatür eşliğinde sunulmaktadır.
Dermatofibrosarcoma protuberans (DFSP) is one of the rare skin tumors. DFSP infrequently metastasizes. Distant metastases generally develops after repeated local recurrences. Bilateral metastasis and bilateral recurrence is seldom. Surgery is superior than chemotherapy regarding the lung metastases treatment outcomes. If there is more than one metastasis utmost parenchymal resection must be performed in case of possible future recurrences. Thirty four years old female DFPS patient was admitted to our clinic who was treated with radical resection and post-operative chemotherapy ten years ago. She had undergone a total of four times metastasectomy including right and left lungs, two times each. Her routine follow-up goes on and actual status is disease free. The patient is presented in accompany with literature as well.

8.
TROMBOLİTİK TEDAVİNİN NADİR ÖLÜMCÜL BİR KOMPLİKASYONU: KRANİAL KANAMA
A RARE FATAL COMPLICATION OF THROMBOLYTIC THERAPY: CRANIAL HEMORRHAGE
Levent ÖZDEMİR, Burcu ÖZDEMİR, Sema Nur ÇALIŞKAN, Ali ERSOY, Suat DURKAYA
Sayfalar 165 - 168
Trombolitik tedavinin en korkulan komplikasyonu kanamadır. Özellikle intrakranial kanama yönünden hastaların dikkatli yakın takipleri şarttır. Kanamalar daha çok minör kanamalar şeklinde, özellikle ponksiyon yapılan damardan olur ve tampon ile durdurulabilir. Majör kanamalar %6.3 olarak bildirilirken, intrakranial kanama %1.8 ve buna bağlı ölüm %0.6 dır. 57 yaşında kadın hasta, ani gelişen nefes darlığı ve sağ yan ağrısı şikayeti ile acil serviste değerlendirildi. Özgeçmişinde 20 gün önce sol ayağına burkulma nedeni ile atel uygulanması mevcuttu. Genel durumu kötü olan hastanın TA:100/50, Nbz:165, dakika solunum sayısı 36, 8lt/dk oksijen ile parmakucu oksijen saturasyoun 92 idi. Kan gazında da hipoksi, hipokapni saptandı. Hastanın acil serviste yapılan EKO'sun da PAP 60mm-Hg, sağ boşluklarda genişleme ve paradoks hareket saptandı. Toraks tomografisinde sağ ana pulmoner arterde ve dallarında trombüs saptandı. Masif pulmoner emboli tanısı konan hastaya trombolitik (reteplase) tedavi uygulandı. Tedaviden 8 saat sonra hastanın baş ağrısı, bilinç bozukluğu ve sonrasında nöbet geçirme öyküsü olması nedeni ile kranial tomografi çekildi. Kranial BT de kanama saptanması nedeni ile acil operasyona alındı. Operasyon sonrası mekanik ventilatör sürecinde hasta kaybedildi.
The most feared complication of thrombolytic therapy is bleeding Close follow-up care is essential, especially in terms of patients with intracranial hemorrhage. Bleeding in the form of more minor bleeding can be especially made to puncture veins and can be stopped by buffer. Major bleeding was reported in 6.3%, 1.8% intracranial hemorrhage and the death due to intracranial hemorrhage 0.6%. 57- year-old woman was evaluated in the emergency department with sudden onset of shortness of breath and pain in the right side. There was the implementation of splint because of her history of left foot sprain 20 days ago she has in bad condition with blood pressure 100/50, pulse: 165, respiratory rate was 36 and 92 saturation under 8 liter-minute with oxygen fingertip. Hypoxia, hypocapnia was observed in arterial blood gas. Echocardiography findings in the emergency room were pulmonary arterial pressure was 60 mmHg and expansion of right cavities and paradox movement. Thoracic computed tomography revealed a thrombus in the right pulmonary arteries and their branches Thrombolysis (Reteplase) therapy. was applied to the patient with the diagnosis of massive pulmonary embolism. Cranial tomography was taken due to headache, disturbance of consciousness and epileptic seizures after 8 hours of the treatment. Emergency operation was performed. due to detection of hemorrhage in cranial tomography. Patient died during the postoperative mechanical ventilation.

9.
SOL VENTRİKÜLE BASIYA NEDEN OLAN DEV BÜL.
GIANT BULLA OF THE LUNG COMPRESSING LEFT VENTRICULE
Coşkun DOĞAN, Tolga Sinan GÜVENÇ, Kaya ÖZEN, Gülşen ÇIĞŞAR, Binnaz Zeynep YILDIRIM, Selma BİLGİN
Sayfalar 169 - 172
Alveolar dokunun harabiyeti sonucu akciğer parankimi içersinde hava boşluklarının oluşması bül olarak adlandırılır. Bir hemitoraksın %30'unda büyük olan büllere dev bül denilir. Akciğerlerde obstrüktif ve restriktif fonksiyon bozuklularına yol açabilen dev büllerin komplikasyonları bülün enfekte olması, göğüs ağrısı, kanama, spontan pnömotoraks ve büllerin kitle benzeri bası etkisidir. Altmış altı yaşında ve sol hemitoraksta dev bülü olan erkek olgumuzun yapılan ekokardiografisinde bülün sol ventrikül posterior duvarına bası yaptığı ve diastolde posterior duvarın paradoksal hareketine neden olduğu tespit edilmiştir. Olgumuz sol hemitoraksta tespit edildiği zaman kalp komşuluğunda görülen dev büllerin özellikle kardiak fonksiyonları bozuk olan ileri kalp yetmezliği varlığında mekanik olarak kardiak fonksiyonları etkileyebileceği ve bu konuda ekokardiografinin ucuz güvenilir bir tetkik olduğuna dikkat çekmek için sunulmuştur.
Bulla is defined as development of air spaces in lung parenchyme due to destruction of alveolar tissue. A bulla comprising more than 30% of a hemithorax is called giant bulla. A giant bulla may cause obstructive or restrictive airway dysfunction as well as complications such as infection, chest pain, hemorrhage, spontaneous pneumothorax and compression of adjacent tissues in a mass-like manner. In a routine evaluation of a sixty-six year old patient with a known left-sided giant bulla, echocardiography demonstrated that the bulla was compressing the posterior wall of left ventricle and causing paradox movement of posterior wall during diastole. We are presenting this case to point out that giant bullae detected in the left hemithorax adjacent to the heart may worsen cardiac functions mechanically, specifically in patients with already existing heart failure and that transthoracic echocardiography is an inexpensive, non-invasive and reliable method in this regard.

LookUs & Online Makale