ISSN: 1300-4115
İzmir Göğüs Hastanesi Dergisi - Göğüs Hastanesi Dergisi: 28 (2)
Cilt: 28  Sayı: 2 - 2014
ORIGINAL ARTICLE
1.
YOĞUN BAKIM HASTALARININ EMOSYONEL DURUMUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
EVALUATION OF EMOTIONAL EXPERIENCE IN INTENSIVE CARE UNIT (ICU) PATIENTS
Özlem EDİBOĞLU, Pinar ÇİMEN, Dursun TATAR, Cenk KIRAKLI, Ceyda ANAR, Gülru POLAT, Semra BİLAÇEROĞLU, Sacide ÇOBAN
Sayfalar 69 - 73
Amaç: Psikolojik problemlere kritik hastalarda sıklıkla rastlanılır. Bu çalışmanın amacı; mekanik ventilasyon gereksinimi sona eren hastaların duygusal deneyimini değerlendirmek ve klinik ve demografik parametreler ile bu deneyim arasındaki ilişkiyi belirlemektir. Yöntem ve Gereç: Mekanik ventilasyon uygulanmış ve yoğun bakım ünitesinden (YBÜ) taburcu edilebilecek hastalar çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalardan demografik veri formu ve hastane anksiyete depresyon (HAD) ölçeğini okuması ve cevaplaması istendi. Zihinsel kapasite, işbirliği veya eğitim düzeyi yeterli olmayan ve psikiyatrik sorunları olan hastalar çalışmaya alınmadı. Sonra, anksiyete ve depresyon puanları hesaplandı ve klinik ve demografik parametreler ile ilişkisi değerlendirildi. Bulgular: Medyan yaş 52 (23-78)olan yirmi iki hasta değerlendirildi. % 31.8 (n: 7) hastada (ortalama skor: 7.27) anksiyete tespit edildi ve% 45.5 (n: 10) hastada (ortalama skor: 7.13) depresyon saptandı. Hastaların anksiyete ve depresyon sıklığı ve demografik özellikleri, yoğun bakım yatış günü ve mekanik ventilasyon süresi arasında anlamlı fark saptanmadı (p> 0.05). Sonuç: Bu çalışmanın verileri YBÜ hastalarında anlamlı anksiyete ve depresyon olduğunu işaret etmiştir. Parametreler ile anksiyete ve depresyon arasında bir ilişki saptanmadı.Kritik hastalarda anksiyete ve depresyon sık görülen psikiyatrik bozukluklar olması sebebiyle akılda tutulmalıdır.
Aim: Psycholocigal problems are commonly encountered in critically ill patients. The aim of this study was to evaluate the emotional experience of patients during the period when mechanical ventilation requirement ended and determine the relationship of this experience with clinical and demographic parameters. Material and Methods: Patients who had undergone mechanical ventilation and could be discharged from intensive care unit (ICU) were included in the study. All patients were asked to read and answer the demographic data sheet and hospital anxiety depression (HAD) scale. Patients who could not be able to answer these questionarries due to lack of mental capacity, cooperation or educational level and patients who had psychiatric problems were excluded. Then, anxiety and depression scores were calculated, and the relationship with clinical and demographic parameters were evaluated. Results: Twenty two patients with a median age of 52 (23-78) were evaluated. 31.8 % (n:7) of the patients were determined anxiety (median score: 7.27), and 45.5 % (n: 10) of the patients were determined depression (median score: 7.13). There were no significant differences between the frequency of the anxiety and depression and the demographic features, ICU days, and the duration of mechanical ventilation (p>0.05). Conclusion: The datas of this study have pointed that ICU patients significantly have anxiety and depression. There was no relationship between the parameters and anxiety and depression. We should keep in mind depression and anxiety are common psychiatric disorders critically ill patients in ICU.

2.
KOAH HASTALARINDA LEPTİN VE TNF ALFA DÜZEYLERİ VE BUNLARIN NUTRİSYONEL PARAMETRELERELE İLİŞKİSİ
LEPTIN AND TNF-ALPHA LEVELS IN PATIENTS WITH CHRONIC OBSTRUCTIVE PULMONARY DISEASE AND THEIR RELATIONSHIP TO NUTRITIONAL PARAMETERS
Ceyda ANAR, Tuba İNAL, Özlem ŞENGÖREN, İpek ÜNSAL, Can BİÇMEN, Hüseyin HALİLÇOLAR
Sayfalar 81 - 89
Amaç: Bu çalışmada kilo kaybı olmayan stabil ve akut atakta olan KOAH hastalarında serum leptin ve TNF-? düzeylerini saptamayı ve nutrisyonel parametrelerle serum leptin, TNF alfa düzeyleri arasındaki ilişki incelemeyi amaçladık. Yöntem ve Gereç: 51 stabil KOAH, 14 akut atakta olan KOAH ve 18 kontrol hastası çalışmaya dahil edildi. BMI, triceps deri kıvrım kalınlıgı, serum albümin, leptin ve TNF-? düzeyleri hesaplandı. Leptin ve TNF-? düzeyi ELISA yöntemi ile ölçüldü. Bulgular: Leptin düzeyleri alevlenmesi olan KOAH hastalarında stabil ve kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Ancak, akut alevlenme olan hastalarda leptin ve beslenme parametreleri arasında bir ilişki bulunmadı. Bu üç grup arasında TNF-? ile beslenme parametreleri arasında anlamlı ilişki yoktu. KOAH hastalarında ve kontrol grunbunda serum leptin ve TNF-? düzeyleri arasında korelasyon saptanmazken, Serum TNF-? düzeyi ile beslenme parametreleri arasında da bu üç grup arasında ilişki bulunmadı. Sonuç: TNF-? düzeyleri, yüksek serum leptin düzeyi ile ilişkili değildi; KOAH akut atak hastalarının sayısının az olması ve TNF- ? değerlerinin sayısal olarak hesaplanamaması nedeniyle; TNF-? düzeyi ile yüksek serum leptin düzeyi arasında ilişki saptanmadı. Her ne kadar stabil KOAH hastalarında leptin ve nutrisyonel parametreler arasında korelasyon varken, akut atak olan KOAH hastalarında ve kontrol grupta yoktu. Bu nedenle, KOAH hastalarında enerji dengesinin düzenlenmesi sırasında leptin ve TNF-? arasında anlamlı bir korelasyon saptanmadı.
Aim: This study aimed to detect serum leptin and TNF- ? levels in COPD patients without weight loss during stable disease and acute exacerbation, and to investigate relationships between leptin, TNF-? and nutritional parameters at different stages of the disease. Material and Methods: 51 stable COPD patients, 14 COPD patients with acute exacerbation and 18 control subjects participated in this study. To eliminate the effects of sex differences, all patients and controls were male. BMI, triceps of skinfold tickness and serum albumin and serum leptin and TNF-? levels were measured in all participants. Leptin and TNF-? levels were measured by ELISA. Results: Leptin levels were significantly higher in patients with exacerbation than in both stabledisease and control groups. Leptin levels were significantly correlated with the nutritional parameters in stable groups. However, in patients with acute exacerbation, a correlation between leptin and nutritional parameters was not found. There was no significant relationship between TNF-? and nutritional parameters in the three groups. While there was no correlation between serum TNF-? and leptin levels in COPD patients and control groups, Serum TNF-? levels did also not correlate with nutritional parameters in any of groups. Conclusion (1) circulating TNF-? levels were not associated with increased leptin levels and (2) because of the fewer number of the acute exacerbation of COPD patient and not calculated the value of TNF-alpha levels as a numeric value, we did not find elevated TNF-? levels in COPD patients with acute exacerbation (3) although leptin and nutritional parameters were correlated in the stable COPD patients, it was disappeared completely during an exacerbation and control groups. Therefore, there was no significant correlation between leptin and TNF-? during the regulation of the energy balance in COPD patients.

3.
KOT TAŞLAMA İŞİNDE ÇALIŞAN SİLİKOZİSLİ HASTALARDA RESTRİKTİF SPİROMETRİK DEĞİŞİKLİKLERİ ETKİLEYEN FAKTÖRLER
THE FACTORS THAT AFFECT RESTRICTIVE SPIROMETRIC ALTERATIONS IN SILICOSIS PATIENTS WORKING IN DENIM SANDBLASTING
Hayrettin GÖÇMEN, Selim DOĞANAY, Yücel AKKAŞ, Rahime Özgür IŞIĞIBOL
Sayfalar 91 - 98
Amaç: Kot taşlama işinde kullanılan silika, son yıllarda özellikle Türkiye'de trajik sonuçlara neden olan güncel bir silikozis kaynağıdır. Sağlıksız koşullarda uzun süre silikaya maruz kalan kot taşlama işçilerinde endemik olarak görülen önlenebilir fakat tedavi edilemez bu hastalık, uluslararası platformda büyük yankı uyandırmıştır. Çalışmada kot taşlamayla ilişkili silikoziste, restriktif patterne etki eden faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereç: Çalışmamızda kot taşlama işine bağlı silikozis gelişen ve parankimal hasara sekonder restriktif solunum yetmezliği nedeniyle çeşitli derecelerde maluliyet almış olguların demografik, spirometrik, laboratuar, klinik ve anamnestik verileri değerlendirilmiştir. Bulgular: Tümü erkek ve yaş ortalaması 20.4 yıl olan 21 silikozisli olgunun değerlendirilmiş olduğu çalışmada restriktif patern göstergelerinin silikaya maruziyete başlama yaşı ve çalışılan işyeri alan büyüklüğü ile pozitif, maruziyet süresi ve serum nötrofil/lenfosit oranı ile negatif yönde korele olduğu saptanmıştır. Sonuç: Çalışmamızın verilerine göre silika maruziyetine erken başlamanın, uzun maruziyet süresinin, küçük iş yerinde çalışmanın kot taşlama işine bağlı silikozis gelişen hastalarda restriktif patern açısından kötü prognostik değerler olduğu düşünülmektedir. Yüksek N/L oranları, hastalığın sistemik etkilerini monitorize etmede oldukça yararlıdır.
Aim: Silica used in denim sandblasting is current source of silicosis that cause tragic consequences especially in Turkey in recent years. This preventable but incurable disease that is so endemically widespread among the denim sandblasting workers which exposed for a long time in unhealthy conditions, had a great impact on international public health platform. In our study were aimed to determinate the factors that effect restrictive pattern in sandblasting releated silicosis. Material and Methods: In our study were evaluated the demographic,spirometric, laboratory, clinical and anamnestic findings of the patients who had silicosis due to denim sandblasting and were evaluated at various levels of disability for restrictive respiratory failure secondary parenchymal damage evolving. Results: The restrcitive pattern indicators correlated with the onset age of exposure to silica and areas of workplaces positively, with exposure duration and serum neutrophil / lymphocyte (N/L) ratio negatively, in study evaluated 21 patients with silicosis, all male and with the average age 20.4 years. Conclusion: According to datas of our study, early onset of silica exposure, long exposure time, work in smaller workplace is thought to be a poor prognostic value for restrictive pattern in patients with silicosis due to denim sandblasting. High N / L ratios is very useful for monitoring the systemic effects of the disease.

4.
SARKOİDOZLU HASTALARDA KLİNİK, RADYOLOJİK, LABORATUVAR PARAMETRELER VE TANI YÖNTEMLERİ
CLINICAL, RADIOLOGICAL, LABORATORY PARAMETERS AND DIAGNOSTIC METHODS IN PATIENTS WITH SARCOIDOSIS
Özlem KAR KURT, Bahar KURT, Ali KILIÇGÜN, Zehra YAŞAR, Ali CENGİZ, Fahrettin TALAY, Tuncer TUĞ
Sayfalar 99 - 103
Amaç: Sarkoidoz etyolojisi bilinmeyen, sistemik tutulum gösteren ve organlarda nonkazeifiye granulomlarla seyreden bir hastalıktır. Sarkoidoz tanısı ile takip ettiğimiz hastalarımızı klinik özellikleri, tanı yöntemleri ve evreleri bakımından değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Ocak 2004-Temmuz 2013 yılları arasında sarkoidoz tanısı alan 44 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Olgular posteroanterior akciğer grafilerine göre evrelendirildi. Hastaların başvuru şikayetleri, solunum fonksiyon testleri (SFT), tanı koyma yöntemleri, evreleri, eşlik eden hastalık varlığı, klinik ve laboratuar özellikleri değerlendirildi. Bulgular: Hastaların 37 si kadın 7 sı erkek, ortalama yaş (yıl) ise 51,4±12,8 (26-79) idi. En sık başvuru şikayeti dispne, en sık radyolojik evre ise evre II idi. Hastaların çoğunluğunda SFT' nin normal olduğu görüldü (%65,9). Sadece 1 hastada restriktif ve 3 hastada obstrüktif patern gözlendi. En sık tanı koyma yöntemi %38,6 ile mediastinoskopi (17) olurken, diğer tanı yöntemlerini bronkoskopik transbronşial biopsi (11), klinik ve radyolojik tanı (9), cilt biopsisi (3) diğer yöntemler (4) oluşturmakta idi. En sık eşlik eden hastalığın altı hasta ile hipertansiyon olduğu görüldü. Sonuç: Sarkoidoz tanısının genelde hiler lenfadenomegali ve akciğer parankiminde infiltrasyonun bulunduğu evre II de konulduğu görüldü. Tanısal yaklaşımda klinikden ziyade biopsi içeren yöntemler uygulamakta olduğumuz sonucuna varıldı.
Objective: Sarcoidosis is a multisystemic disease with noncaseating granuloma in organs with unknown etiology. We assessed the diagnosis method, stage and clinical features of patients diagnosed and followed up as Sarcoidosis. Materials and Methods: Fourty four patients who were diagnosed to have sarcoidosis in our department between January 2004 and June 2013 were retrospectively evaluated. Stage of the disease was classified according to the posteroanterior chest x-rays. Application complaints, Pulmoner Function Tests (PFT), diagnostic method, stages, comorbidities, clinic and laboratory findings of the patients were assessed. Results: Of the patients 37 were female, 7 were male. Mean age (year) was 51,4±12,8 (26-79) years. Most application complaint was dyspnea, and stage 2 was the most radiological stage. The majority of patients PFTs were normal (65.9%). Restrictive pattern was observed in 3 patients and obstructive pattern was observed in only 1 patient. Diagnosis was mostly made with mediastinoscopy (17 cases), and other diagnosis methods were respectively bronchoscope transbronchial biopsy (11 cases), clinic and radiology (9 cases), skin biopsy (3 cases), and others (4 cases). Most concomitant disease was hypertansion in six cases. Conclusion: Sarcoidosis was usually diagnosed in stage 2 where hiler lymphadenomegaly and infiltration of lung parenchyma was prevalent. We found out that we used biopsy methods in diagnosis rather than clinical approach.

5.
AKTİF VE İNAKTİF TÜBERKÜLOZLU OLGULARDA 25(OH) VİTAMİN D SEVİYELERİ
25 (OH) VITAMIN D LEVELS IN ACTIVE AND INACTIVE TUBERCULOSIS PATIENTS
Fatma Emre TAŞOLAR, Özlem Saniye İÇMELİ, Hatice TÜRKER, Baran GÜNDOĞUŞ, Pınar GÜNEL KARADENİZ
Sayfalar 105 - 112
Amaç: D vitamini, insan organizmasının birçok hayati fonksiyonlarında görev alır. Serum seviyesinin azaldığı durumlarda hastalıklar ortaya çıkabilir. Tüberküloz hastalığı ile güneş ışınları arasındaki ilişki yüzyıllardır fark edilmiş olmasına rağmen, bu ilişkinin bilimsel temellere dayandırılması amacı ile birçok çalışma yapılmıştır. Biz de, çalışmamızda, aktif tüberkülozlu, inaktif tüberkülozlu ve sağlıklılardan oluşan toplam 102 olgunun serum 25 (OH) vitamin D düzeylerini karşılaştırarak, literatürün ışığı altında tartışmak istedik. Yöntem ve Gereç: Çalışmaya 102 olgu alınmıştır. Aktif tüberkülozlu grupta, yaşları 20-79 arasında değişen, 27'si erkek, 10'u kadın 37 olgu, inaktif tüberkülozlu grupta, yaşları 18-79 arasında değişen, 27'si erkek, 6'sı kadın 33 olgu ve sağlıklı kişilerden oluşan grupta, yaşları 20-48 arasında değişen, 16'sı erkek, 16'sı kadın 32 olgu alındı. Aktif tüberkülozlu, inaktif tüberkülozlu ve sağlıklılardan oluşan toplam 102 olgunun serum 25 (OH) vitamin D düzeyleri karşılaştırıldı. Bulgular: 25(OH) vitamin D düzeyi, aktif tüberkülozlu grupta, sağlıklı bireylere göre, anlamlı olarak düşük bulunmuştur. İnaktif tüberkülozlu grupta ise aktif tüberkülozlu gruba göre anlamlı olarak arttığı, ancak halen sağlıklı kişilerdeki seviyelere ulaşmadığı gözlenmiştir. Sonuç: Sonuç olarak, şimdiye dek yapılan çalışmalar serum vitamin D düzeyi ile tüberküloz hastalığı arasında bir ilişki olduğunu göstermiştir. Ancak, bu ilişkinin, net bir şekilde ortaya konulması için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: Vitamin D plays an important role for many vital functions of the human organism. Decreases in the serum levels of vitamin D may cause diseases. The relationship between sun rays and TB disease has been noticed for centuries and many studies have been carried in order to base this relationship on scientific grounds. In our study, we aimed to compare in the light of the literature the serum 25 (OH) vitamin D levels a total of 102 cases with active tuberculisis, inactive tuberculosis and a healthy control group. Material and Methods: The study was carried with 102 cases. Breakdown was 27 males and 10 females with an age range of 20-79 in the active tuberculosis group, 27 males and 6 females with an age range of 18-79 in the inactive tuberculosis group and 16 males and 16 females with an age range of 20-48 in the healthy control group. Vitamin D levels of these 102 cases were compared. Results: Vitamin D levels were significantly lower in active tuberculosis group than in healthy individuals. Within the inactive tuberculosis group, vitamin D levels were significantly higher than the group with active tuberculosis, but still did not reach levels as high as healthy individuals. Conclusion: As a result, studies of serum vitamin D levels and tuberculosis disease have shown that there is a relationship between serum vitamin D levels and tuberculosis. However, in order to detect these relationships further research is necessary.

6.
GASTROİNTESTİNAL SİSTEM, RENAL VE AKCİĞER TUTULUMUNUN BİRLİKTELİĞİ: NADİR BİR WEGENER GRANULOMATOZU OLGUSU
GASTROINTESTINAL, RENAL AND PULMONARY İNVOLVEMENT: A RARE WEGENER GRANULOMATOSIS CASE
Zühre SARP TAYMAZ, Aydan MERTOĞLU, Emel TELLİOĞLU, Günseli BALCI, Yasemin YURT, Zekiye AYDOĞDU
Sayfalar 113 - 118
Wegener granulomatozu (WG), özellikle üst ve alt solunum yolları ile böbrekleri tutabilen nekrotizan granulomatöz vaskülitle tanımlanan nadir sistemik bir hastalıktır. Bu hastalığın nadir de olsa başka organ sistemlerini de etkilediği bilinmektedir. 72 yaşında erkek hastamızda benign prostat hipertrofisi operasyonu için yapılan preoperatif değerlendirme için çekilen toraks bilgisayarlı tomografisinde “sağ akciğer üst lob posterior segment lokalizasyonunda geniş bir tabanla plevraya invazyon gösteren yaklaşık 4x5cm ebatlarda santralinde geniş nekroz alanları da saptanan düzensiz konturlu malign kitle lezyonu, sağ akciğer üst lob anterior segmentte subplevral parankimde yaklaşık 2x2.5cm çaplara ulaşan düzensiz sınırlı nodül” izlendi. Yapılan tetkiklerle sistemik tip WG tanısı kondu. Hastada sistemik tedaviye başlanmadan önce tetkikleri sırasında yaşamı tehdit eden hemoptizi ve gastrointestinal kanama gelişti. Hastada endoskopi ve kolonoskopi yapıldı. WG'un barsak tutulumu olduğu düşünülerek kortikosteroid ve siklofosfamid tedavisi başlandı ve tedaviyle dramatik yanıt alındı. Hastanın gastrointestinal kanamasının uygulanan kortikosteroid ve siklofosfamid tedavisi ile dramatik iyileşme göstermesi ve WG'da gastrointestinal sistem tutulumun nadir görülmesi nedeni ile hasta literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
Wegener granulomatosis (WG) is a rare systemic disease which is characterized with necrotizing granulomatous vasculitis affecting upper and lower respiratory tract and kidneys. It is known that this disease may rarely affect other organ systems. 72-years-old male patient was diagnosed to have “a 4x5 cm diameter irregular contoured malign mass lesion with a large necrotic center localized and invasing adjacent pleura in right upper lobe posterior segment and another 2x2.5 cm diameter irregular contoured nodule localized in subpleural region of right upper lobe anterior segment” in his thorax computerized tomography during preoperative evaluation for benign prostate hypertrophy operation. He was diagnosed to have systemic type WG. Before starting systemic therapy, during the diagnosis period, he had lifethreatening heamoptysis and gastrointestinal bleeding. Endoscopy and colonoscopy were performed. Corticosteroid and cyclophosphamide therapy was initiated as intestinal involvement of WG was considered and had a dramatic response after treatment. He is presented because the gastrointestinal bleeding recovered dramatically by corticosteroid and cyclophosphamide therapy and because gastrointestinal system involvement is a rare entity in WG.

7.
NEFROTİK SENDROM İLE İLİŞKİLİ BİR MASİF PULMONER EMBOLİ OLGUSU
A PULMONARY THROMBOEMBOLISM CASE BASED ON NEPHROTIC SYNDROME
Dursun TATAR, Ceyda ANAR, Özlem EDİPOĞLU, Pınar ÇİMEN, Cenk KIRAKLI
Sayfalar 119 - 123
Pulmoner tromboemboli (PTE) sık görülen, teşhisinde zorlanılan ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır. PTE oluşumunda erken dönemde kolayca gözden kaçabilen birçok sekonder risk faktörü bulunmaktadır. Bu faktörlerden biri de nefrotik sendromdur. 24 yaşındaki erkek hasta ani başlayan nefes darlığı, göğüs ağrısı ve bayılma şikayetleri ile acil servise başvurdu. Özgeçmişinde 3 ay önce pnömoni tanısı ile tedavi gördüğü ve 2 ay önce böbrek biyopsisi ile membranöz glomerülonefrit tanısı aldığı ve tedavi olarak kortikosteroid, diüretik ve siklosporin ilaçlarını kullandığı öğrenildi. Ventilasyon / perfüzyon sintigrafisi ile pulmoner emboli tanısı konan hastaya trombolitik tedavi başlandı. Kliniği hızla düzelen hastanın yatışının 3. gününde kan gazında hipoksemisinin düzeldiği görüldü. Bir masif pulmoner emboli olgusu, nefrotik sendrom zemininde gelişmesi, trombolitik ve antikoagülan tedaviyle kısa sürede sağlığına kavuşması nedeniyle sunuldu.
Pulmonary thromboembolism (PTE) is a frequent disease with a high mortality and a diffucult diagnosis. There are many secondary risk factors that can be escaped notice during early stage of PTE. One of these factors is nephrotic syndrome. A 24-year-old male patient was admitted to emergency room with complaints of sudden shortness of breath and chest pain. We learned that he was treated with a diagnosis of pneumonia 3 months ago and membranous glomerulonephritis was diagnosid 2 months ago with renal biopsy. He was treated with of corticosteroids, diuretics, and cyclosporine. Thrombolytıc therapy was performed for pulmonary embolism which was diagnosed with Ventilation / perfusion scintigraphy. Here a case presenting PTE based on nephrotic syndrome is presented.

8.
ENDOBRONŞİAL SOLİTER PAPİLLOMA
ENDOBROCHIAL SOLITARY PAPILLOMA
Savaş GEGİN, Deniz ÇELİK, Mesut SUBAK
Sayfalar 125 - 128
Endobronşialsoliterpapillom nadir görülen epitalyal kökenli akciğer tümörlerinderdir. Sıklıkla tekrarlayan hemoptizi, öksürük, ve pnömoni kliniğine neden olur. Etiyolojisi kesin bilinmemekle birlikte bazı vakalarda humanpapilloma virüsün neden olduğu düşünülmektedir. Nadir de olsa malingtransformasyon özelliği olduğu için premaling lezyon olarak kabul edilmektedir. Kırkyedi yaşında erkek hasta, sık tekrarlayan hemoptizi ve öksürük şikayeti ile başvurdu. Akciğer grafisinde sağ parakardiyak alanda dansite izlenen hastanın toraksBT'sinde sağ alt lob bronşu içinde yerleşen yumuşak doku kitlesi izlendi. Bronkoskopide sağ alt lob girişinde bronşu tam tıkayan lezyon izlendi. Biyopsi sonucu sopliterpapillom ile uyumlu olan hastatedavi amaçlı göğüs cerrahisine yönlenlendirildi. Endobronşialpapillom nadir görülen bir vaka olduğu için paylaşılması uygun görüldü.
Endobrochial solitary papilloma is a rare form of epithelial originated lung tumors. Clinical symtoms are recurrent hemoptysis, cough and pnomonia. Rarely it has a potential of malign transformation, because of this, its accepted as premalignlesion. A 47 years old male patient admitted toour clinic due to symtoms of recurrent hemoptysis and cough. Thorax CR showed a density localized at right paracardiac region andt horax CT showed a soft tissue lesion located endobronchially at right lower lobebronchi. A fully obtructed lesion located right lower lobe broncus identified at broncoscopy examination. Result of the biyopsy revealed solitary papilloma and patient referred to thoracic surgery clinic. As endobrochial papilloma is a rarecondition, sowe want to present this case.

9.
FAKTİTİYÖZ HEMOPTİZİ: INTRAVENÖZ OPİYAT BAĞIMLISI BİR OLGUDA BEKLENMEDİK ODAK
FACTITIOUS HEMOPTYSIS: AN UNUSUAL ETIOLOGY OF HEMOPTYSIS IN AN INJECTING OPIOID DRUG USER
Kezban ÖZMEN SÜNER, Ege GÜLEÇ BALBAY, Songül BİNAY, Neşe AKIN
Sayfalar 129 - 132
Ağızdan kan gelme şikayeti ile başvuran ve anestezi teknisyeni olduğunu belirten 37 yaşında erkek hasta hemoptizi etyolojisi araştırılmak amacıyla yatırıldı. Hastaya çekilen toraks tomografisinde herhangi bir pulmoner patoloji saptanmadı. Bronkoskopik, laringoskopik, ekokardiyografik ve nazogastrik değerlendirmelerde herhangi bir patoloji saptanmadı. Hastanın elinde bir üniversiteden alınmış evre 4 mide adenokarsinomu olduğunu belirtir rapor bulunmaktaydı. Hasta servis takiplerinde ağrı yakınması olduğunu ifade ederek ısrarla narkotik analjezik talebinde bulundu. Hastanın çelişkili ifadeleri, fizik muayenede kollarda kesi izleri saptanması ve yoksunluk sendromu benzeri belirtileri olması üzerine hastanın kimliği ve iddia ettiği malignite tanısı hakkında şüphelerimiz oluştu. Sonraki hemşire izlemlerinde tesadüfen hastanın intravenöz kanülden enjektörle aldığı kanı ağızdan geliyormuş gibi tükürdüğü gözlemlendi. Sonuç olarak; intravenöz ilaç bağımlılarında gelişebilecek özellikle kardiyolojik veya pulmoner hemoptizi nedenlerinden başka bu olguda olduğu gibi beklenmedik nedenleri de göz ardı etmemeliyiz. Faktitiyöz neden; özellikle tıbbi öyküsü olan ve şüpheli davranış sergileyen olgularda etyolojisi aydınlatılamayan hemoptizi ayırıcı tanısında mutlaka düşünülmelidir.
A 37-yr-old man, claiming to be anesthetist, was admitted with a history of repeated haemoptysis. No any pulmonary pathology was present in thorax computerized scan of patient. Emergency bronchoscopy, laryngoscopy, echocardiography and nasogastric evaluation revealed no pathology. Patient had a report from a university hospital diagnosed as stage four gastric adenocarcinoma with no further detail. During hospitalization, he demanded narcotic analgesic for pain. But, due to conflicting statements of the patient, determination of the incision scars on the arms in physical examination and abstinence syndromelike symptoms, doubts about the patient's identity and the diagnosis of malignancy have arisen. During follow up, nurse has noticed that he took blood from his intravenous route and put it into his mouth and after that expectorated it. As a conclusion, in intravenous drug users not only usual causes of hemoptysis, commonly cardiological and pulmonary causes, but also unusual causes of hemoptysis have to be thought. A factitious cause should be considered in the differential diagnosis of hemoptysis of unclear etiology, especially when the medical history or the patient's behavior is unusual.

LookUs & Online Makale